Adalet Nereye Kayboldu? – MAKALE – Burhan PERK

Güce Dokunana Sertlik ve Seferberlik, Halka Dokunana ise Prosedür ve Gecikme… Güce Göre Eğilip Bükülen Sözde Adaletin Açık İflası…
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adil olun; bu, takvaya daha yakındır.” (5/Maide-8)
Bu ayet, adaletin İslam’daki yerini tartışmaya kapatır. Adalet; anlık öfkeye, ideolojik kine, güce, makama, devlete ya da korkuya göre şekillenen bir refleks değil; Allah (cc) adına, O’nun koyduğu ölçülerle ayakta tutulması gereken ilahi bir farzdır. İslam’da adalet, güçlüye göre esneyen değil; güçsüzü de güçlü kadar koruyan bir ilkedir. Ancak bugün dünya genelinde hâkim olan birçok ülke düzeninin, bu ayetin ruhuyla ve hükmüyle açıkça çeliştiği ortadadır. Bu sistemler ne İslami bir nizamdır ne de Allah’ın (cc) dininin adalet anlayışıyla hareket etmektedir. Aksine adalet, bu düzenlerde asli bir ilke olmaktan çıkarılmış; gücün, otoritenin ve “devlet refleksi”nin emrine verilmiş bir araca dönüştürülmüştür.
Bugün bir ülkede “polise saldırı var” şeklinde bir anons geçtiği anda, bunun nasıl bir karşılık bulduğunu herkes bilmektedir. Dakikalar içerisinde onlarca polis aracı olay yerine sevk edilmekte, çevre yollar kapatılmakta, adeta bir seferberlik ilan edilmektedir. Aynı şehirde, aynı saatlerde, halktan birine yönelik bir saldırı yaşandığında ise tablo çoğu zaman bambaşkadır. Polis daha geç gelebilmekte, gelen ekip sayısı sınırlı kalmakta, olay yerinde bekleyen mağdur ya da mağdur yakınları “ekip yönlendirildi” cümlesiyle oyalanabilmektedir. Bu fark, sadece teknik bir imkân meselesi değil; zihniyet meselesidir. Çünkü refleks, devlete yönelen tehdide karşı azami; halka yönelen zulme karşı asgaridir.
Bunun sayısız örneği vardır. Gece yarısı bir mahallede birkaç serserinin bir vatandaşı darp etmesi saatlerce sürmüş, defalarca yapılan ihbarlara rağmen polis geç gelmiştir. Aynı şehirde, aynı gece, bir polis memuruna yönelik en küçük bir müdahale iddiasında ise çevre ilçelerden dahi takviye ekiplerin hızla bölgeye yığıldığı görülmüştür. Bu tablo, adaletin değil; önceliğin kimde olduğunun fotoğrafıdır. Burada korunmak istenen şey insan değil, otoritedir.
Ayrıca, bir ülkede bir kişi bir polisi yaraladığında ya da öldürdüğünde, daha yakalandığı ilk anda hukuk fiilen askıya alınabilmektedir. Mahkeme süreci başlamadan ceza infazı başlamakta; sert müdahaleler, darp, işkence ve insan onurunu ayaklar altına alan uygulamalar adeta olağanlaştırılmaktadır. Üstelik bütün bunlar yaşanırken neredeyse kimse hesap sormamaktadır. Çünkü artık ortada “mağdur edilmiş bir insan” değil, “devlete dokunmuş bir fail” vardır. Devlete yönelen suç, delil ve muhakeme beklemeden peşinen mahkûm edilmektedir.
Oysa İslam’da hüküm son derece açıktır ve yoruma kapalıdır. Suç, şer‘i ve hukuki delillerle, adil bir mahkeme ile sabit olmadan kimseye ceza uygulanamaz. Resulullah (sav), açık itirafla gelen bir suçta dahi aceleyle hüküm vermemiş; defalarca geri dönme, sözünden vazgeçme ve kendini kurtarma kapısını açık bırakmıştır. İslam adaleti; intikamla değil delille, öfkeyle değil hikmetle konuşur. Ancak bugün bir güç sahibi zarar gördüğünde, bu ilahi ve nebevî ölçülerin bilinçli biçimde rafa kaldırıldığına defalarca şahit olunmaktadır.
Buna karşılık, çok daha ağır suçlar işlemiş; onlarca masum insanın canına kıymış kimseler, eğer suçları doğrudan devlete ya da güvenlik güçlerine veya güç, makam sahiplerine yönelmemişse, bambaşka bir muameleyle karşılaşabilmektedir. Bir anda “hukuk devleti” söylemleri hatırlanır, sanığın hakları uzun uzun anlatılır, insan onuru vurgulanır, prosedürler titizlikle işletilir. Elbette işkence her şartta haramdır ve hiçbir gerekçeyle meşrulaştırılamaz. Buna itiraz eden yoktur. Ancak asıl sorulması gereken soru şudur; aynı haram, neden herkese karşı aynı kararlılıkla ve aynı hassasiyetle savunulmamaktadır?
İkiyüzlülük tam olarak burada açığa çıkmaktadır. Zulüm, kime yapıldığına göre tanımlanmakta; adalet, kime karşı işlendiğine göre uygulanmaktadır. Devlete yada güç sahiplerine dokunulduğunda öfke kabarmakta, refleksler sertleşmekte; halka, kimsesizlere dokunulduğunda ise soğukkanlılık, yavaşlık ve çoğu zaman sessizlik hâkim olmaktadır. Oysa İslam’da zulüm, failine bakılmaksızın zulümdür. Üniforma giymesi zulmü meşrulaştırmaz. Devlet adına yapılması onu helal kılmaz. Güç, haksızlığı hakka dönüştürmez.
Bu nedenle açık ve net biçimde ifade edilmelidir ki bugün yeryüzünde uygulanan birçok düzen, Allah’ın (cc) dinine uygun bir düzen değildir. Ne ceza anlayışı İslamidir ne de adalet ölçüsü. Devletin bekası, hakkın önüne geçirilmiştir. Oysa İslam’da kutsal olan devlet değil, haktır. Devlet ancak adaletle ayakta durur; zulümle değil.
Resulullah (sav) bir rivayet de geçtiği üzere şöyle buyurur: “İnsanlara zulmedenler, kıyamet günü Allah katında en şiddetli azaba uğrayacak olanlardır.” Zulüm, devlet diliyle konuştuğunda masumlaşmaz. Güç kisvesine büründüğünde helal olmaz. Allah (cc) katında ne rütbe vardır ne makam; ne üniforma ne de otorite. Orada yalnızca hak ve batıl vardır.
Bugün “Buna layıktı” denilerek meşrulaştırılan her işkence, yarın ilahi adaletin huzurunda sahibinin karşısına dikilecektir. Çünkü Allah’ın (cc) adaleti, bu dünyada kurulan çifte standartları tanımaz. Güç karşısında sertleşen, mazlum karşısında susan bir vicdan; İslam’ın vicdanı değildir. O, korkunun, çıkarın ve dünyevi hesapların ürettiği sahte bir vicdandır.
Adalet yalnızca devlete, güç yâda makam sahiplerine dokunulduğunda hatırlanıyorsa, o adalet İslami değildir. Ve adalet, güçsüz için de aynı hızla, aynı kararlılıkla ve aynı hassasiyetle ayakta tutulmadıkça, Allah (cc) katında hiçbir değer taşımaz…


