Çarşamba SohbetleriVideolar

Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Kur’an Işığında Hz Muhammed’in Hayatı 4 Bölüm

  1. BÖLÜM

MEDİNE’DE İÇTİMAİ, SOSYAL VE SİYASİ.., YAPILARIN TEŞEKKÜLÜ

Mescid’in İnşası

  1. Muhammed (s.a.v) Medine’nin merkezine yaklaşık 4 km uzaklıkta olan, Ranuna vadisine yakın bir böygede bir köy olan KUBA’da 12 gün kaldı. Orada bugün Hac ya da Umre’ye gidenlerin ziyaret ettikleri Kube mescidini inşa ettikten sonra Medine’ye geldi. Medine’de 7. Ay Ebu Eyyub El- Ensari’nin evinda kaldıktan sonra kendi evine taşındı. Peygamber Aleyhisselam Medine’de ilk iş olarak bugün Mescid-i Nemevi (Nebinin mescidi) diye bilinen o muhteşem mescidi inşa etti. Mescid-i Nebevi müslümanların çok amaçlı kullandığı bir karargah statüsünde idi. Orası bir “namaz kılnan ibadet hane” olmaktan daha çok; müslümanları toplantı ve idare merkezi idi. Yan müslümanlar orada “CEM” oluyorlardı. Cami “cem olunan-toplanılan” yer demekti. Peygamber Aleyhisselam ve Reşit halifeler döneminde de cami bu işlevini korumuştu. Ama daha sonra camiler salt bir “rituel ibadet evi”ne dönüştü.

İman Kardeşliğinin Tesisi

İman kardeşliğinin genişçe tahlilini ve bu anlayışı besleyen ilim delilleri (ayet ve hadisleri) burada tekrar etmeğeceyiz. Çünkü bu çalışmamızın Mekke bölümünde bu konuya uzunca yer vermiştir. Burada tekrar yapmak istemiyoruz. Burada şu kadarını söylemek gerekir. Mekke’de iman kardeşliği bir “müessese” ölçeğinde teşekkül etmemişti, ama Mekke’de de müminleri özellikle MORALMEN ayakta dutan bu İMAN KARDEŞLİĞİ idi. Bu kardeşlik müminlere öğle bir fedakârlık ruhu vermeşti ki, (Hz Ebu Bekir örneğinde olduğu gibi) müslümen bir fert, kardeşinin müşrikler tarafında burnunun dahi kanamaması adın tüm mal varlığına olabiliyordu. İşte bu ruhun Medine’li müslümanlar tarafından da yaşatıldığını görüyoruz. Öğle ki, Mekke’den canını zor kurtarıp, İMAN GÖÇÜ yaşayan kardeşleriyle tüm mallarını paylaşan Medine’li müslümanlar, iki eşi olan bir eşini boşayıp kardeşinin nikâhlamasına bile teşebbüs edebiliyordu.  

Ekonomik Bağımsızlığı Elde Etme Hamlesi / Pazar Yerinin Kurulması

Bu süreçte Peygamber Aleyhisselam’ın yapmış olduğu en önemli işlerden birisi de, müslümanların ekonomik bağımsızlıklarını elde edebilmeri için “Pazar yeri-alış veriş merkezi” kurdurmasıdır. Çarşı-Pazar, alış-veriş merkezlerin, yani ekonominin de Yahudilerin elinde olduğunu gören Peygamber Aleyhisselam hemen mescidin yakınlarında Pazar meydanı kurdurdu. Böylelikle ticaret ehli olan Mekke’li müslümanlar için de çalışma alanı-geçimi elde etme imkanı doğmuş oluyordu. 

Bağımsız Devlet Olma Yolunda Atılan En Somut Adım; İslam’ın İlk Anayasası-Medine Vesikası

Biz burada VESİKA’nın tüm maddelerini ele almayacağız. Bu manade geniş bilgi edinmek isteyenlerin Muhammed Hamidullah Hocanın ve Ali Muhammed Sallabi’nin siyerlerine başvurabilir. Peygamber Aleyhisselam Medine’de islam toplumunun sosyal, içtimai.., yapılarını tesis ederken bu toplumun en temel müessesesi olan (ki, diğer müesseselerin de garantörlüğü bu müessesenin niteliğine göre şekil alacaktı) SİYASAL YAPISI’nı da şekillendirmeya başladı. O günün Medinesi sadece müslümanlardan oluşmuyordu. Medine nüfusunun belli bir bölümü (M. Hamidullah hocanın tespitiyle yaklaşık % 25) Yahudilerden müteşekkildi. Evs ve Hazreç’ten oluşan büyük çoğunluuğu müslümanlar oluşturmuş olsa da, Beni Kaynuka, Beni Nadr ve Beni Kurayza gibi büyük yahudi kabilelerinden oluşan topluluk da ciddi bir patansiyesi teşkil ediyordu. Üstelik bu Yahudiler Medine ekonomisini de ele geçirmişlerdi. Parmakla sayılacak kadar az bir insan, Hz Muhammed(s.a.v)’in Peygamberliğini tastik etse de yahudiler blok halinde Hz Muhammed’in peygamberliğine karşı gelmişlerdi. Ama Medine’de bir toplumsal gerçek vardı, Yahudilerle de hayat paylaşılması gerekiyordu. Yani Yahudiler de, kendi çapında bir (site-şehir) devleti olan Medine toplumunun vatandaşları idiler. Öyle ise bunlarla da bir tür VATANDAŞLIK antlaşması yapılması gerekiyordu.

CİHAD ÜZERİNE

İslamda Cihad” adı altında pek çok eser yayınlanmıştır. Ancak bunların en değerlisi, “Çağrı yayınlarının yayınlamış olduğu, Seyyid Kutub, Mevdudi ve Hasan El Benna’nın Cihad Risalelerinden derleme olan İSLAMDA CİHAD adlı eserdir. Bu kitamın alanında ne kadar öneme sahipne sahip olduğunu bilmek için, yazarlarının islami düşünce va faliyetlerini bilmek dahi yeterli bilgiyi verecektir. Ayrıyeten Şehid Seyyid Kutub’un YOLDAKİ İŞARETLER isimli eseri bu manada çokca okunması gereken bir eserdir. 

CİHAD NE DEYİLDİR?

Bir defa öncelikle şunu söyleğelim ki, cihad, bir şahsa ya da bir topluma “din dayatma / din kabul ettirme” eğlemi deyildir. İslam kişilerin ve toplumların tercihine karışmaz.  Dinde zorlama ya da baskı yoktur.  “Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir. (Bakara. 256) Bu ilahi buyrukla kişilerin tercihleri teminat altına alınmıştır. Zira kişiler imtihan gereği tercihlerinin hesabını Allah’a vereceklerdir. Kişilerin (din) tercihleri dayatma aytında tululacak idiyse o zaman imtihanın ve tercih sonucu yapılacak olan “sorgu ve yargı”nın bir anlamı kalmazdı. Bundan dolayıdır ki, gerek Peygamber Aleyhisselam ve gerekse Reşid Halifeler (ve daha sonra sayıları azda olsa / onların yollarını takip etmeye çalışan islam hükümdarları) feth ettikleri topraklarda en geniş manada “din ve bu dinlerin yerine getirdiği ibadet özgürlüklerini” teminat altına almışlardır. Bu manada islam dışı dinlerin mabetlerine karışmadıkları gibi o mabetlerin özgünlüklerini korumuşlardır. Hz Ömer’in Kudüs’ü fethinde Yahudi ve Hıristiyan din adamları ve bunların mabetlerine karşı tutumu ortadadır.

“Mal ve toprak elde etme…” işi de değildir. “Ganimet” cihad harekatının bir “DÜNYALIK PROMOSYON”udur. Dünya nimetleri nasılki ahiret nimetlerinin bir promosyonu ise, ganimetler de ahiret kazancının karşılığında verilmiş az bir dünya ödülüdür. Çünkü cihad / yani cihad’ın en zirvesi olan KİTAL, bir SAVAŞ değildir. Savaş cahiliyye insanının dünyasında vardır ve savaşın hedefi “dünyadır-dünyalıklar”dır. Yani, maldır, mülktür, saltanattır, kadındır…vs. Ama cihadnın hedefi ahirettir. Yani hetef, Allah’ın rızalığını kazanmaktır. İşte böylesine bir ebedi kazancı elde etme mücadelesi verilirken dünyalık bazı kazançlarda elde ediliyor. buna da GANİMET deniliyor. Kısacası, ganimet cihadın sebebi değil, sonucudur.     

Cihad; Savunma eğlemimidir?

Cihad bir savunma eğlemi değildir. Baskın batı kültürünün altında ezilen ve Şakiyatcıların ithamları karşısında (İslam adına) suçluluk psigolojisine giren İslam ülaması, “islamda cihad savunma sisteminden ibarettir” demeye başladılar. Çünkü İslam toplumunun bedenine hakim olan enperyalistler, fikrine / tasavvuruna da hakim olmak istiyorlardı. Madde planında bitmiş bir toplumun, ruh planında da bitmesi kaçınılmazdı. Bu alanda “bitmişlik bayrağını” çeken, Batılı fikir adamlarının etkisinde kalmış olan “sözde” islam ulaması oldu. Onlara göre Peygamber ve Ashab tüm savaşlarını savunma amaçlı yapmıştı. Oysaki Hendek savaşı dışında hiçbir Gazve ve Seriyye savunma niteliği taşımamıştır. Medine’ye en yakın bölgede yapılmış olan Uhud savaşı da dahil tüm şavaşlar meydan muharebesi niteliğinde yapılmış savaşlardır. Uhud savaşı Bedir’in bir rövanşı olarak Medine yakınında yapılmış bir savaştır. Rumların ve İranlıların hiçbir tehlike arzetmediği ve onlardan herhangi bir tehdit gelmediyi halde islam orduları onların kapılarına dayanıp, kulların kullara kulluğunu kaldırıp, insanları Allah’a kulluğa çağırmıştır. İstanbul’da kendi derdine düşmüş Bizans ne zaman tehdit oluşturdu da İslam ordusu bunlara karşı savunma savaşı verdi? Bir ülkenin payitahtına (İstanbul’a) dayanmış bir milletin vermiş olduğu savaş, savunma savaşı olabilir mi? İspanya ne zaman tehdit oldu da İslam orduları taa İspanya’ya yürüdü? Savunma savaşı bir ülkenin kendi topraklarında verilir. İslam ordusu tüm savaşlarını Medine’de veya yakınlarında mı savaştı da buna savunma savaşı deniyor?

Cihad Düşüncesi İle İlgili İslam Ulamasının Zaafı Ve Cılız Cihad Savunma Psigolojisi:

İslam ümmet önce medeniyet yönünde geriledi. Sonra bunu askeri yenilgiler izledi ve İslam dünyasının hamiliğini yapan Osmanlı İmparatorluğu son ikiyüz yılını mağlubiyetlerle geçirdi. Sonunçta islam ümmeti parçalandı. Her parça baskın güç ve medeniyet olan batılı devletler (başta İngiliz, Fransız, İtalya… Sonrada ABD) tarafından dizayin edildi. İslam toplumu parçalanmış, ulus devletlere dönüştürülmüş ve kurtuluş reçetesi olarakta önlerine Batı değerleri konulmuştu. Batılılar, islam dünyası üzerinde “medeniyet ve askeri” alanda üstünlüklerini ilan etmiş ve toplum mühendisliyine başlamıştı. Oryantalistler (Şarkiyatcılar-Şark yani Doğı-İslam dünyası bilginliyi yapanlar) eliyle “algı oparesyonları” başlatılmış ve bu oryantalistler en fazla da islamın CİHAT tasavvuru üzerinde durmuşlardı. Çünkü islam toplumu cihad anlayışı / misyonu ile Batı kapılarına dayanmış, taa batı Avrupa (İspanya) içlerine giderek islam medeniyetini batı toplumlarının istifadesine sunmuştu. İslam toplumunu “dinamik ve atak” kılan cihad ruhu idi. öyle ise bu ruh (CİHAD MİSYONU) yok edilmeliydi. Bu ruhun kökten yok edilmesi mümkün deyildi. Çünkü islamın temel referans kaynağı olan kitap (Kur’an) Allah(c.c)’ın koruması altındaydı ve heran bu kaynağa müracat edecek olan müslümanlar bu ruhu dekrar diriltebilirdi. Hem islam medeniyetinin altın çağları henüz unutulmamış ve bunu dile getiren kaynaklarda (Hadis, Siyer ve tarih kitapları) ortada durmaktadır. İslam toplumunun önder ve imamları heran çıkabilir ve cihad ruhunu yeniden diriltebilirdi. Bunu çok iyi bilen Batılı Oryantalistler islam’ın cihad anlayışını yeniden dizayin etmeye başladılar. Onlara göre cihad; “sömürge aracı, din dayatma aracı, toprak elde etme..,” aracı idi. Bu itham ve tazgik karşısınde eziklik duyup savunmaya geçen islam ulaması / kanaat önderleri kendilerince islamın cihad anlayışını kurtarmaya çalıştılar. Baskın batı kültürü karşısında adeta suçluluk psigolojisine giren ülama, kendince “cihad anlayışı ile islamın yüzünü sürülen kiri”  silmeya çalıştılar. “Evet cihad vardır ama sadece savunma amaçlı bir eğlemdir” cihadın bir tür “korunma” aracı olduğunu söylemeye ve yazmaya başladılar. Oryantalistlerin temsil ettiği Batı medeniyeti, islam medeniyeti karşısında kıyaslanmayacak kadar vahşetle dolu olmasına rağmen, Batılı baskın kültürün altında “eziklik psigolojisine” giren islam ulaması kendilerini itham eden Batılı Oryantalistlerin kendi vahşetlerini yüzlerine çalmaları gerekirken, tarihlerinden utanır bir haleti ruhiyeye girdiler ve kendilerince “cihat savunma aracıdır” diyerek islamın onurunu kurtarmaya(!) çalıştılar.

İSLAM CİHAD / KİTAL SÜRECİNDE KÖTÜ ÖRNEKLER!

Evet doğrudur, islam tarihi süreci içerisinde de belli dönemlerde (bazı aşırı haris ve cahil) liderler eliyle cihad; “bir sömürü ve din dayatma aracı” olarak kullanılmıştır. Hatta mesela Emeviler döneminde bir zaman cihad; “dine sokma deyil, gayri müslimler islama giriyor ve cizye azalıyor diye islama girmeme-sokmama aracı” olarakda kullanılmıştır. Ama bu uygulamalar islam tarihi içinde “istisna” sadedinde kalan “arızi” uygulamalardır. Batılı Oryantalistler işte bu arızi uygulamaları ön plana çıkararak islamın cihad anlayışına saldırıyor, cihad ruhunu tarihe hapsetmek istiyordu. Oysaki, islam medeniyeti içinde istisna olan “sömürü ve din dayatma” olayı, kendi medeniyetlerinin temel kalekteri idi. İslam medeniyetin temel karekteri olan şey (Özgür din seçme ve dinini özgürce yaşayabilme ortama sağlama) iken, Batılı medeniyette ise istisna olam bir durumdu. Yani islam dünyasını “sömürü ve din dayatma” ile itham eden batılıların medeniyeti “sömürü ve din dayatma” eğlemleriyle doluydu. Bırakın islam kitaplarını, birazcık Batılıların yazmış oldukları kitaplara baksalardı bu tabloyu görürler, bizzat Batılı araştırmacılar tarafından da bu hakikatin itiraf edildiğne şahid olurlardı. Biz burada çok eski zamanlarda yazılmış bir batılı yazarın eserinden değil, hemen şu çayımızda (2000 li yıllarda) yazılan bir araştırmacının kitabından örnekler vererek bu bariz farkın anlaşılmasına ışık tutacağız. Hemde bir CIA ajanı olan ve islam dünyası üzerinde toplum mühendisliyi yapmaya çalışan bir Batılının kitabından-GRAHAM E. FULLER’in İSLAMSIZ DÜNYA adlı eserinden pasajlar sunacağız.  

Medeniyetlerde “dini şiddet” konusunu işleyen G. E. Fuller Romalıların Katilik mezhemini resmi mezhep seçip diğer kendi dindaşlarına (Ortadoks mensuplarına) nasıl hayat hakkı tanımadıklarını bakın nasıl anlatıyor:

ORTADOKS HIRİSTİYANLARI DİNDAŞLARINI DEYİL, MÜSLÜMANLARI TERCİH EDİYOR.

“Orta Asya İmparatorluğu’nun Türklerin eline geçmesiyle Ortadoks Hıristiyanlığı kesinlikle yok olmamış, aksine patrik bizzat müslüman İstanbul’da (bugüne kadar) kalarak Türklerin izniyle Ortadoks dünyasının belirli bölümleri üzerinde dini otoritesini kullanmaya devam etmiştir. Bizanslılar İmparatorluklarının çöküşünde bile Roma’ya öğle öfke besliyorlardı ki, Müslüman Türklere yenilmenin Hıristiyan Latinlere çok daha iyi olduğunu düşünülüyorlardı. Çünkü çok daha önceden Müslümanların ellerine geçmiş olan diğer hıristiyan topraklarında (Kutsal topraklar dahil) olduğu gibi Kilisenin varlığını ve işlevini sürdüreceğini biliyorlardı. Kısaca Müslümanlar içinde Ortadoks inançlarının rahatlıkla sürdürüleceğini biliyorlardı. Öte yandan şehrin Roma’lılar eline geçmesi demek, Kilisenin latinleşmesi ve ortadoks inancının ebediyyen yok olacağı demekti. Dolayısıyla “Müslümanlar mı, yoksa Latin Hıristiyanlığın eğemenliği mi? Şıkkı karşısında rahatlıkla Müslümanların egemenliyi” diyebiliyorlardı.” (age. Sy 84)

CAN ALICI İFADELER

  1. Fuller, Batılı Oryantalistlerin İslam dünyasını suçladığı; “Ya dinime gireceksin ya da ölüm” ithamı İslam için geçerli olmadığı, bu ithamın Batılılar için geçerli olduğu, hatta Batılıların kendi mezhepleri arasında da dahi bu kuralın geçerli olduğunnu, oysaki (istisnalar olsada) İslamın savaş pirensibinin; “Ya savaş, ya da hâkimiyetimi tanıma belgesi olan cizye” alma prensibine dayandığını söyler. Keşke bukadarını İslam ulaması söyleyebilseydi. Tarihinden utanmadan bahsederek gerçekleri ters yüz eden Emperyalistlerin elçileri olan Oryantalistlerin yalanlarını yüzlerine vurabilselerdi. İslamın cihad felsefesinin; “Dayatma yapan, zulümle baskı sistemini kurarak insanların Hak dini (Tevhid dini İslamı) seçmelerine negel olan FİTNE’ye karşı savaşmak olduğunu, baskı ve dayatma kalıktıktan sonra fertlerin seçimlerine saygı gösterildiğini…” haykırabilselerdi. Bugün dahi pekçok islam ulaması (dinin lider ve kanaat önderleri) cihad’ın sadece “pasif bir savunma aracı” olduğunu söylemekten başka bir şey söyleyememektedir. Hemde tüm islam dünyasını ateş çemberine çeviren emperyalist ve Siyonist kuşatmanın tavan bulduğu bir dönemde. F.G. Fuller İslam’ın fetihlerinden sonra olanlarla, Haçlıların işgalleri sonrası olanları kıyaslarken şunları yazar;

“Haçlıların bizzat kendi ağızlarından Kudüs’ü işgal ettiklerinde yaptıklarına bakarsak dehşetli tablolar görürüz. 1098 yılında Maara’da yaşananlara tanıklık eden Caenli Radulph, gördüklerini şöyle anlatıyor: Askerlerimiz Maara’da yetişkin putpesesleri kazanlarda haşladılar, çocuklarını şişlere geçirip ateşlerde kızartıp yedileR.

Tarihçi Aixli Albert ise Müslümanları köpeklerden bile aşağılık görüuordu.  Arkadaşlarımız sadece ölü Türkler ile Sarazenleri değil, aynı zamanda köpekleri de yediler. (ags, sy, 109)

  1. E. Fuller Haçlıların Kudüs’ü işgal etmeye kalktıklarında Yahudilerin de korkuya kapıldıklarını ve Yahudilerin Müslümanlarla beraber haçlılara karşı nasıl mücadele verdiklerini de şöyle anlatır: Öte yandan Kudüs’ün 1099 yılında ilk Haçlı kuvvetleri tarafından ele geçirilme sırasında şunlar yaşanmıştı. Hıristiyanların egemenliği altına girmekten korkan Yahudiler şehrin savunmasında Müslümanlarla aynı safda Haçlılara kaeşı savaşmışlardı. Uzun ve maliyetli bir kuşatmanın ardından Haçlılar şehre girerek 24 saat gibi bir süre içinde neredeyse şehirde herkesi –kadın, erkek, çocuk, müslüman Yahudi ve hatta Ortadoks da dâhil yaklaşık 60 bin kişiyi-katlettiler. Bu rakama sinagoga sığınmış binlerce Yahudi ve El Aksa camisine sığınmış binlerce Müslüman da dahil deyildi. The Cotholic Encyclopedia bu olayı şöyle özetler; Hıristiyanlar Küdüs’e dörtbin yandan girerek yaşına ve cinsiyetine bakmadan herkes katlediler.

Şehrin ele geçirilme sürecinde bir haçlı askeri olarak savaşan Chartrestli Fulcher şöyle yazmıştır: Aslında orada olsaydınız ölülerin kanlarının ayak bileklerimize kadar geldiğini görebilirdininz. Daha ne söyleyebilirim ki? Kadın ve çocuk ayrımı yapılmadan yaşayan herkes öldürüldü. (age, sy 111)

HZ ÖMER VE KUDÜS ÖRNEĞİ: G. E. Fuller Haçlıların Kudüş işgalini İslamın fethiyle kıyaslarken bakın hangi itiraflarda bulunur: Haçlılar tarafından böylesine bir vahşet yaşanırken, Oysa Kudüs bu olaydan yaklaşık 500 yıl önce disiplinli Arap kuvvetleri eline geçtiğnde tam tersi olmuş, islam birlikleri savaşmayan hiçbir insana dokunmamıştı. İkinci Halife Ömer aylar süren kuşatmanın ardından 637 yılında şehre girmişti. Arap ordusu disiplinini bozmamış, Ömer ile Kudüs patriğinin şehri teslim alma esnasında imzaladıkları anlaşma uyarınca şehir kesinlikle yağmalanmamıştı. Antlaşmada Hıristiyanlarla ilgili şu ifadeler vardı:  

…kiliseleri ne ellerinden alınacak, nede yıkılacak, ne insanlar ve nede Haç’ları aşağılanmayacak. Paralarına el sürülmeyecek, din deyiştirmeye zorlanmayacak, hiçbir gayri müslim ferde zarar verilmeyecektir”.

Konuyu özetlemeye çalışan Fuller devamla şunları anlatır: Yahudi kaynakları ayrıca Ömer’in Romalılar idaresi altında çöp yığını haline gelmiş olan Yahudi tapınağının harabelerini gördüğünde büyük bir şaşkınlığa uğradığını belirtmektedir; bu yer Müslümanlar için de kutsal olduğundan Ömer, adamlarıyla birlikte çöplerin temizlenmesine yardımcı olmuştu. Yahudiler, yaklaşık 500 yüz yıl önce Romalılar tarafından şehirden kovulduklarından beri ilk kez dini inançlarını özgüece yerine getirebileceklerdi. (age, sy 110)

Denilebilir ki, İslamin müşfik ve özgürlükçü davranışlar eskilerde (Sahabi döneminde) kalmıştı. Helede Haçlılar tarafından böylesina katlimalar ve vahşetler yaşadıktan sonra müşvik ve tölaraslı davranışlarını devam ettirmemişlerdir…” denilebilir. Buna cevapta yine G.E. Fuller’den gelir. Yaklaşık yüzyıl hemde ne zulümlerle alarak ellerinde tuttuğu Kudüs’ü geri aldığında Selahattin Eyyubi’nin, Hıristiyanlar içinde kutsal olan Kudus’ün Hıristiyanlar için açık tutulduğunu, İslamın o büyük komutanının bir öc alma duygusuna kapılmadan Hıristiyanlara çok töleranslı davrandığını da uzunca anlatır. (age, sy 113-115)

Haçlıların “din değişttirme-din dayatma” örneyi için de şu örneyi verir, G.E. Fuller:

“Haçlı ruhunun doğası ve onun amansız yayılmacı yapısı hakkında şüphesi olanlara, o dönemde müslümanlarla pek ilgisi olmayan başka Haçlı seferlerinde bu hareketin siyasi yanının açık biçimde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. İlkinden yaklaşık elli yıl sonra gerçekleşen ikinci haçlı seferiyle birlikte Avrupa’da yeni bir haçlı ruhu oluşacaktı. Papanın kutsal topraklara gitme çağrısına karşılık verme niyetinde olmayan German kavimlerine, baltık bölgesindeki son birkaç putperest Slav kavmine yönelik fetih ve din değiştirme seferine katılarak dini yükümlülüklerini yerine getirmiş sayılacaklarını söylemişti”. (age, sy 122)

Müslüman din otariterlerin savaşla ilgili yetki ve uygulamalarını, Haçlıların (Hıristiyanların) din otoriterlerin savaşla ilgili yetki ve uygulamalarını kıyaslayan G. E. Fuller şunları yazar: 

“Yaklaşık iki yüz yıllık bir dönemi kapsayan bu süreçte yaşanan tüm savaşların ve seferlerin Papalık makamının çağrısıyla gerçekleştiğini unutmayalım. Papa aslında Avrupa’lı prensleri siyasi ve askeri eylemlerine yön verip onları komuta etmiştir. İslam da ise müslüman savaşçıları yönlendiren bir otoriter makam bulmak oldukça zordur. İslam fetihlerine katılmak zorunlu değil, gönül işine bırakıldığından dolayı Halife dahi kimseye savaşa zorlamamıştır. İslamın özellikle ilk birkaç yüz yıllık döneminde güç halifenin elinde olsa da, halife kesinlikle laik bir gücü kullanıyordu ve oldukça laik-demokratik yollardan-güç siyaseti yoluyla-seçiliyordı. Evet, Müslüman ulaması Müslüman askerleri seferlerini kutsuyor olabilir, ama bu seferlere ne yön veriyor ve nede komuta ediyordu. Bir kez daha kilise ile devletin hıristiyan tarihi boyunca yakın ilişki içerisinde olduğunu görüyoruz. Ama islamda bu duruma daha az rastlanmaktadır”. (age, sy 123)

Sonuçta;

İnsaflı ve objektif değerlendirmelerde bulunan batılılar, “İslam cıhadını farkı ile Haçlı-Hıristiyanların (Bugünkü Emperyalist Batı’nın) işgalci savaşlarının farkını” böylesine cesaretle ortaya koyarken, bizim islamcı ulamanın (bir çoğu, Osmanlı sonrası ulama) tarihinden utanırcasına cihadı “pasif savunma aracı” olarak göstermeye çalışması hangi aşağılık duygunun eseridir? Ve nihayet Emperyalist Batılılar (Müsteşriklerin ve Oryantalistlerin propogandası ile) muradına erdi. Savaş meydanlarında elde ettikleri zaferlerinden daha büyük zaferlerini böylelikle elde etmiş oldular. Cephelerde kaybeden islam savaşçıları kısa zamanda toparlanabilir ve gücünü tekrar elde edebilirdi. Çünkü bunun örneği çok görülmüştür. Yani “madde planındaki” çökündü kısa sürede aşılabilirdi. Ama Oryantalistler ve bunların payandası olmuş sözde islam bilginlerinin eliyle “ruh planındaki” çöküntü öyle kısa vadede düzelecek değildir. Fikir ve moral planında çöken toplumlar uzun süre kurtuluş ve zafer elde edememişlerdir.    

GERÇEK MANADA CİHAD / ASHABIN TAVRI

Cıhad’ın-Kital’in temel sebebi; İnsanları fitne’den (şirk’ten, zulüm sistemlerinin, baskıcı otoritelerin hegemonyasından) kurtarıp, din seçme ortamı yazırlama, Allah’a ulaşma yolları önünde oturan baskıcı enğelleri kaldırıp kişileri Allah’ın dini ile başbaşa bırakma” işidir. İşte islamda cihadın amacı da hedefi de budur. İslam ordusu, İran / Pers İmparatorluğunun kapılarına bu amaç için dayanmış ve İran baş kumandanı olan Rüstem’e bu amacı haykırmışlardı. Bu olayı Şehid Seyyid Kutub, Cihad adlı eserinde şöyle özetliyor: “Onlar Rebia bin Amr, Huzeyfe bin Muhsin ve Muğire bin Şube’nin İran orduları baş komutanı Rüstem’e söylediklerinin aynısını ifade ediyorlardı. Rüstem bu İslam mücahitlerinin her birisini Kadisiye savaşından önce üçgün boyunca: “Siz buralara niçin geldiniz?” diye sorduğunda şu ölümsüz cevabı almıştı: “Allah bizi yeryüzündeki insanları kullara kul olmaktan kurtarıp tek  olan Allah’a kul etmek için gönderdi. Allah insanlara en son elçisini ve en son hak dinini gönderdi. Kim O’nun dinini kabul ederse, ona dokunmadan tekrar yurdumuza döneriz. Kim karşı çıkarsa onunla ya şehid olup cennete gidinceye kadar savaşırız, ya da galip gelip gazi oluncaya kadar cihad ederiz.” İşte islam’ın cihadının temel mantığı da amacı da buydu. Kulları, kendileri gibi kul olan kulların kulluğundan kurtarıp, Allah’a kullukta özgürleştirme adına, Allah’a giden yolları açma adına yapılan “ölümcül eylem”dir, CİHAD. Bundan sonrası kulların tercihine kalmıştı.

Genel Çerçevesi İle Cihad

İslam toplumunun Medine dönemi, tüm müesseseleri ile teşekküllenme / yapılanma dönemidir. Önceki bölümlerde işlediğimiz gibi, İslam toplumu Medine’de hızlı bir şekilde müesseselerini oluşturdu. Bir yıl içerisinde (Hac dışında-çünkü hac menasıkları Mekke’de yapılmaktaydı ve Mekke’de müşriklerin elinde idi) tüm “ferdi-toplumsal ve dış dünyaya yönelik” adımlarını attı ve bu manada teşekküllendi. İbadi, ilmi, ticari / ekonomik, sosyal ve içtimai.., tüm adımları attı. Sıra en önemli ve temel adımlarında birini atmaya gelmişti. Hatta şunu diyebiliriz ki, Medine’de ana gündem bu mesele olmuştu. “Kafirler hoş görmese de, kafirler tüm güçleri ile önlemeğe çalışsa da.., Fitnenin boynunu kırma meselesi” Medine’nin ana meselesi idi. Bu ana mesele CİHAD’dan başka bir şey değildi. Aslında o adımı genel çerçevede taa ilk başta atılmıştı. Yani LA İLEHE İLLALLAH kelimesinin LA kelimesi ile Mekke’de o adım atılmıştı. Cihad, CEHD etmekten geliyordu. Yani MÜCADELE ETMEK demekti ki, İslam’ın deyişmez rehberi Hz Muhammed (s.a.v) ve onun yetiştirdiği o güzide Ashap bu adımı atmıştı.  Artık “yürekle ve dille” ciyad dönemi aşılmış, toplumsal / kitlesel boyutta cihad etme safhasına gelinmişti. Yani, İslamın temel misyonu olan; “Fitne kalmayıp din tamamen Allah’ın oluncaya kadar şavaşma.., Enfal. 39” ilehi buyruğunda anlamını bulan, yer yüzünde hüküm sürmekte olan fitne sistemleriyle ELLE mücadele etme safhası başlamıştı. Bu safha Tevbe suresinin 29. Ayetinde dile getirdiği hakitat tecelli edene kadar sürdü ve dünya durdukçada sürecektir. Bu iş; Tevhidi ilkelerle donanmış, bağımsızlığını elde etmiş islam otoritesinin boununa yüklenmiş bir görevdir. “Kendilerine kitap verilenlerden, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini (İslam’ı) din edinmeyenlerle, küçük düşürülüp cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın”. (Tevbe. 29)                                                                                                                                                                                            

CİHAD’DA MERLALELER VE PEYGAMBER’İN HAYATINDAKİ ÖRNEKLER.

Tabii ki de bunun da bir aşamaları vardı. Yani bir sıralaması, bir öncelikli olanı vardı. “Sizinle savaşan, size zulmeden ve sizi yutrlarınızdan çıkaran.., larla şavaşın” emri ilahisi gereği önce Kureyş’le savaş başladı / başlatıldı. “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez. (Bakara. 190) “Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla, onlara karşı savaş açılana (mü’minlere, savaşma) izni verildi. Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye güç yetirendir”. (Hac. 39) Sonra merkezden muhite doğlu halka genişletildi. Kitlesel /  toplumsal cihada başlamadan önce bir tür “ısınma hareketleri” olan küçük SERİYYE’lerle işe başlanmıştı. Peygamber Aleyhisselam’ın başında bulunmadığı (irili ufaklı) tüm müftezelere / savaş birliklerine SERİYYE deniliyordu. Sonra GAZVE’ler denilen büyük savaşlar gündeme geldi. Pegamber Aleyhisselam’ın başında bulunduğu savaş birliklerine de GAZVE deniliyordu. Peygamber Aleyhisselam’ın ilk gazvesi Bedir, son gazvesi ise Tebuk seferidir. Peygamber Aleyhisselam’ın bizzat kendisinin iştirak ettiği gazve sayısı 30’a yakındır. 60’a yakında seriyye göndermiştir. (El Esas Fi’s Sünne. Hadislerle HZ Peygamberin hayatı. Cılt 2. Sy 103-104) Seriyye ve gazvelerle ilgili rakamlar siyer / tarih ve hadis kitaplarında ufak defek farklılıklar arz etse de, bunlar teferruatlardan ibarettir. Bir seriyye ya da gazveden hemen sonra (daha ordu kışlaya, yani Medine’ye dönmeden) ikinci bir olay olmuştur. Bazı tarihciler bunları bütün sayarken bazıları ise ayrı saymış ve beş ve hatta on taneye varan farklılıklar bu tasyiflemeden kaynaklanmıştır. Peygamber Aleyhisselam döneminde yapılmış tüm gazve ve seriyyelerin tamamında 1000 ile 1200 kişi arasında can kaybı olmuştur. Bunların yaklaşık ¼ müslümanların şehitlerini oluşturur. Diğer kalan bölümünü de kafirlerin ölüleri oluşturur.

Cihad En Önemli İmtihan Aracıdır / Vesilesidir

Cihad; İmtihanı kaybetme ya da kazanma aracıdır / vesilesidir. Mümin kişiyi Allah’a ulaştıran en önemli ve vaz geçilemiğacek bir VESİLE’dir. “Ey iman edenler, Allah’tan korkup-sakının ve (sizi) O’na (yaklaştıracak) vesile arayın; O’nun yolunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz”. (Maide. 35) Cihad “ekstra” bir kulluk görevi değildir. Cihad bazı zamanlarda (islam otoritesinin güçlü olduğu ve sürekli cihadla iştigal eden büyük bir topluluğun olduğu zamanlarda) Farzı Kifaye olsa da.., küfrün / fitnenin karşısında islami değerlerle dik durmak ve tavır koymak her müslüman için Farzı Ayin’dir. Hele de islam otoritesinin zayıf düştüyü, fitne güçleri islam toplumu için tehlike arzettiği zamanlarda top yekün cihad etmek her müslümana Farzı Ayin’dir. Bununla ilgili Mezheplerin görüşleri ortadadır. Biz burada bu detaylara girmiyeceğiz. Ayetler ve Hadisler ışığında gelen bilgileri vermeye çalışacağız.

“Elif, Lam, Mim. İnsanlar, (sadece) “İman ettik” diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir. Yoksa kötülükleri yapanlar, bizi (aşıp) geçeceklerini mi sandılar? Ne kötü hükmediyorlar? Kim Allah’a kavuşmayı umuyorsa hiç şüphesiz Allah’ın (tesbit ettiği) süresi yaklaşarak-gelmektedir. O, işitendir, bilendir. Kim cihad ederse, yalnızca kendi nefsi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah, alemlerden müstağnidir”. (Ankabut. 1-6)

 “Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri belirtip-ayırdetmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırdetmeden cennete gireceğinizi mi sandınız”? ( Ali İmran. 142)

“İki topluluğun karşı karşıya geldiği gün, size isabet eden ancak Allah’ın izniyle idi. (Bu, Allah’ın) mü’minleri ayırdetmesi; Münafıklık yapanları da belirtmesi içindi. Onlara: “Gelin, Allah’ın yolunda savaşın ya da savunma yapın” denildiğinde, “Biz savaşmayı bilseydik elbette sizi izlerdik” dediler. Ogün onlar, imandan çok küfre daha yakındılar. Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah, onların gizli tuttuklarını daha iyi bilir. Onlar, kendileri oturup kardeşleri için: “Eğer bize itaat etselerdi, öldürülmezlerdi” diyenlerdir. De ki: “Eğer doğru sözlüler iseniz, ölümü kendinizden savın öyleyse.” ( Ali İmran. 166-168)

“Yoksa siz, içinizden cihad edenleri ve Allah’tan ve Resûlü’nden ve mü’minlerden başka sır-dostu edinmeyenleri Allah ‘bilip (ortaya) çıkarmadan’ bırakılıvereceğinizi mi sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır”.  ( Tevbe. 16)

“Andolsun, biz sizden mücahid olanlarla sabredenleri bilinceye (belli edip ortaya çıkarıncaya) kadar, deneyeceğiz ve haberlerinizi sınayacağız (açıklayacağız). ( Muhammed. 31) 

Dilin, gönlün, malın, zamanın.., vs tüm hayatı kuşatan olanakların “rızayı kazanmak uğrunda kullanınması” elbette ki, cihaddır. Ama tüm bunlar “KİTAL’İN, YANİ SİLAHLA YAPILAN CIHAD’IN” hazırlıkları ya da gıdasıdır. Genel manası itibari ile hayatı Allah’a ram kılmayan kital’e, yani “elle / bedenle” cihad etme safasına hiç bir zaman gelemez. Tüm bunlar da cihad olsa da, tüm bunlar elle yapılan cihadın yerini tutamaz.

Silâhla mücadele (kıtâl), muhakkak ki bu cihadın en üst şubesidir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) fiilen savaşa çıkmış ve küfrün önderlerinden Ubey bin Halef’i mızrağıyla vurmuştur. Savaş meydanlarında yiğitliğin ve cesâretin mâhiyetini ortaya koymuştur. Kelime-i Şehâdet getiren her mü’min, hâkimiyetin kayıtsız ve şartsız Allah Teâlâ (c.c.)’ya âit olduğunu ikrar ve tasdik etmiştir. Bu ikrar ve tasdik, tabiî olarak, ihlâsla Allah Teâlâ (c.c.)’ya ibâdeti beraberinde getirir. Cihad da bir ibâdettir. Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Müşrikler sizinle nasıl topyekûn harp ediyorlarsa, siz de onlarla topyekûn savaşınız.” (9/Tevbe, 36) hükmü beyan buyurulmuştur. İslâm ulemâsı: “Müşriklerle ve kâfirlerle yapılması emredilen cihad’ın sebebi, onların müslümanlara karşı savaş açmış olmalarıdır. Dolayısıyla cihad, kâfirlerin meydana getirdiği fesâdı ortadan kaldırmak ve mukavemetlerini kırmak için meşrû kılınmıştır.” (İbn-i Hümam, Fethû’l Kadir, Beyrut: 1316, c. IV, s. 280; İmam Kâsânî, a.g.e., c. VII, s. 97) hükmünde ittifak etmiştir. Müslümanlar yeryüzünde haksız yere insan kanının dökülmesini ve fesâdın yayılmasını kabul etmezler. Mustevlî kâfirlerle ve (kan içici) müstekbirlerle sürekli savaşı gündemde tutmak ve bunun farz-ı ayn olduğunu ilân etmek zarûrîdir. İmam Serahsî: “Cihaddan maksad, müslümanların emniyet içerisinde bulunmaları, din ve dünya işlerini yürütme (edâ edebilme) imkânına kavuşmalarıdır” (Serahsî, el-Mebsût, Beyrut: ty., c. X, s. 17) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Allah Teâlâ (c.c.)’nın indirdiği hükümlere mukabil/alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hüküm icad eden tâğûtî güçlerle savaşmak bir ibâdettir. Bu ibâdeti terketmenin vehâmeti ve azabı ağırdır.

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’in: “Herhangi bir müslüman gazâ yapmadan (savaşmadan) ve onu gönlünden geçirmeden ölürse, nifakın bir şubesi üzerine ölür.” (Müslim, İmâre 47, hadis no: 158) buyurduğu bilinmektedir. Emperyalist ve müstevlî kâfirlere karşı cihad farz-ı ayndır. Bu asla unutulmamalıdır.

Hz Muhammed (s.a.v) eliyle İslam mücadelesinin kemale ermesi

Zadu-l Mead’dan.

“Allah Teâlâ’nın, Hz. Peygamber’e (s.a.) vahyettiği ilk emri, “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (Alak. 1) emriydi. Bu, peygamberliğinin başlangıcındaydi. Al­lah Teâlâ, kendi kendisine okumasını emretmişti; o zaman henüz tebliğ et­mesini emretmemişti. Sonra “Ya eyyuhe’l-müddessir” Ey örtüye bürünen! Kalk da uyar.” (Müddessir. 1-2) âyeti inmiştir. Allah Teâlâ, O’nu “Oku!” emriyle Nebî, “Ya eyyuhe’l-müddessir” âyetiyle de Rasûl tayin etmiştir. Bundan sonra ya­kın akrabalarını uyarmasını, sonra kavmini, sonra civarlarındaki Arapları, sonra da bütün Arapları, en sonunda da bütün insanları uyarmasını emret­miştir. Peygamber oluşundan sonra on küsur sene savaşmaksızın ve cizye al­maksızın İslâm’a çağırma görevini yerine getirmiştir. Kendisine bu süre içinde; (kâfirlerin yaptıklarına) aldırmaması, sabretmesi ve affetmesi emrediliyordu. 

Sonra hicret etmesine ve savaşmasına izin verildi. Daha sonra da Allah Teâlâ, kendisine savaş açanlarla savaşmasını ve kendisinden uzak durup savaşmayanlara ilişmemesini emretti. Nihayet, din tamamıyla Allah’ın olunca­ya kadar müşriklerle savaşması emredildi. Cihad emrinden sonra, O’na göre kâfirler üç gruba ayrılmış oldu:

1-  Barış ve ateşkes yapılanlar,

2-  Savaşılanlar,

3-  Zimmîler.

Anlaşma ve barış yapılanlara karşı anlaşma müddetini tamamlaması ve sadık kaldıkları sürece anlaşmaya bağlı kalması; ihanet etmelerinden korkarsa, onlara karşı anlaşmalarını bozması, ancak anlaşmayı bozduğunu karşı tara­fa bildirinceye kadar onlarla savaşmaması emredildi. Bu arada anlaşmasını bozanlarla savaşması da ayrıca emrolundu.

Berâe (Tevbe) suresi, işte bütün bu hallerin hükmünü açıklamak için in­di. Bu surede Allah ehl-i kitaptan olan düşmanlarla, cizye vermelerine ya da İslâm’a girmelerine kadar savaşmasını; kâfirlerle ve münafıklarla cihad et­mesini, bunlara sert ve şiddetli davranmasını emretti. O da kâfirlere karşı kı­lıç ve mızrakla, münafıklara karşı da delille ve dille cihad etti.

Adı geçen surede, kâfirlerle yaptığı anlaşmalara uyması ve (gerekirse) on­lara karşı anlaşmalarını bozması emredildi. Yine Allah(c.c.) burada, anlaşma ya­pılanları da üçe ayırdı:

1- Savaşılmasmı emrettikleri. Bunlar, anlaşmalarını bozup anlaşma doğ­rultusunda hareket etmeyenlerdir. Hz. Peygamber (s.a.) onlarla savaştı ve on­lara galip geldi.

2- Süre tayin edilmiş bir anlaşma yapıldıktan sonra anlaşmayı bozup da O’nun düşmanlarına yardım etmeyenler. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’in (s.a.) bunlar için anlaşma süresini tamamlamasını emretmiştir.

3- Aralarında herhangi bir anlaşma olmayan ve Hz. Peygamber (s.a.) ile savaşmayanlar veya mutlak bir anlaşmaya sahip olanlar. Allah Teâlâ Rasûlü’ne (s.a.) bunlara dört ay süre tanımasını emir buyurmuştur. Bu dört ha­ram ay çıkınca onlarla savaşmıştır. Bu dört ay, Allah Teâlâ’nın  Tevbe suresinde sözünü ettiği aylardır: “Yeryüzünde dört ay daha dolaşın.” (Tevbe. 9) Bu dört ay ise, şu âyette geçen haram aylardır: (‘Haram aylar çıktığında, müşriklerle savaşınız.” Burada sözü edilen haram aylar, teşrik aylarıdır.

Tüm bu süreçlerden sonra Hz. Peygamber (s.a.) açısından dünyada yaşayanlar üç gruba inmiş oluyordu:

1-  Kendisine inanan müslümanlar,

2-  Kendisiyle cizye karşılığı anlaşıp, emân sahibi olanlar,

3-  Kendisinden korkup savaşanlar.

Münafıklara karşı tutumu ise şöyleydi: Rasûlullah (s.a.), münafıkların dışa vurduklarını ve açıkladıklarını kabul etmekle, gizlediklerini ve sırlarını Allah’a havale etmekle, onlarla ilim ve delille cihad etmekle emrolundu. Al­lah Teâlâ, Rasûlü’ne (s.a.), onlardan yüz çevirmesini ve onlara karşı sert dav­ranmasını, kendilerine güzel ve fasih ifadelerle tebliğde bulunmasını emretti; onların cenaze namazlarını kılmasını, kabirleri başında durmasını yasakladı. Ve Allah Teâlâ, Rasûlullah (s.a.) münafıklar için istiğfar etse de kendisinin onları affetmeyeceğini haber verdi. İşte, düşmanı olan kâfir ve münafıklara karşı Allah Rasûlü’nün (s.a.) tutumu bu idi”

TOPARLARSAK:

Savaşın / Kitalın temel iki sebebi vardır.

  1. Fitne oluşu: Toplumlara gürüşlerini / din adı altında yaşama sistemlerini güçle dayatmalara karşı.
  2. Ve sizinle din savaşı veriyor olanlara... karşı siz Allah yolunda savaşacaksınız. Bunun dışında hiçbir sebeple bir kişi ve ya toplumla “din savaşı” yapamazsınız. Yani ne dininize döndürme savaşı ve nede ganimet elde etme savaşı yapamazsınız. Yapacağınız savaşta da (savaşınızın CİHAD olması için) şu yolu izlemelisiniz.
  3. Önce İslama davet edeceksiniz.
  4. Bu davetiniz kabul edilmedi ise, (sizi siyasal bir güç tanıma belgesi / eman belgesi olan) cizye karşılığı onları dinlerini yaşamada serbest bırakacaksınız.
  5. Bu da olmayınca işte o zaman bu fitnenin boynunu kırmak için Allah yolunda savaşacaksınız. Ya öldüreceksiniz ya da bu yolda şehid olacaksınız. İşte Peygamber Aleyhisselam’ın Nebevi yolu bu idi. O’ yuce Rasulün ashabı da bize bu yöntemi bıraktı.

Bu dinin evrensel mesajı ve misyonu işte bu idi. Bu misyonda; “BİR TARAFI MERHAMET VE RİR TARAFI KILIÇ OLAN” bir insanla temsil edilebilirdi. İşte O İnsan Hz Muhammed Mustafa (s.a.v.) idi. Ve O’nu güzelce örnek alan Ashabı idi. Bugün bu iki cepheyi (rahmet ve kılıç cephelerini) bir arada dengeli tutabilenler O’nun misyonunu onurla izzetle ayakta tutmaktadırlar. İşte bütün mesele budur.

 

“BEN RAHMET PEYGAMBERİYİM, BEN KILIÇ PEYGAMBERİYİM”. (Ahmat. Bin Hanbel ve Müslim,lV,395)

 

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir




Enter Captcha Here :

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Başa dön tuşu