Konferanslar

Ilımlı İslam Anlayış(sızlığ)ının Bu Topraklara Ve Dünya Müslümanlarına Yansıması

Ahmet Turgut Ulucak Hocanın Konuşması

Klâsik Osmanlı döneminde, tarikatlar şeklinde örgütlenmiş pek çok dini oluşumlar
vardı. Ancak, bu kuruluşlar devletin güdümünde faaliyet göstermekteydiler. Osmanlı
Devleti’nin gerileme sürecine girmesi ile birlikte, devlet bu kuruluşlar üzerindeki
otoritesini kaybetmeye başlamıştır. Böylece, tarikatlar, giderek devletin otoritesini
sınırlayan roller üstlenmeye başlamışlardır. III. Selimle başlayan reformlar döneminde
de, tarikatların devlet üzerindeki etkinliklerini azaltmak için bazı önlemler alınmak
istenmiş ancak başarı sağlanamamıştır.

Yıl 1856. Günlerden 18 Şubat. Türkiye, tüm dünyaya Islahat Fermanını ilan eder.
Öyle bir Ferman ki, Türkiye’nin toplumsal ve siyasi sistemini tepeden tırnağa değiştiren
ve tümü de Avrupa ülkelerinden ilham, telkin ve dayatma suretiyle iktibas edilmiş
düzenlemelerle dolu. Fermanın sadece başlıklarını görmek bile bir yığın ders çıkarmaya
yeterli. Bakalım:

Din ve mezhep farkı gözetmeksizin bütün tebaanın can, mal ve namus masuniyeti vardır.

Fatih devrinden beri Gayr-ı Müslim cemaatlere verilmiş imtiyazlar ve ruhani muafiyetler
devam edecektir.

Türkiye’deki dini cemaatlerin reisleri kayd-ı hayat şartıyla seçileceklerdir. Ancak
bu reisler, seçildikten sonra devlete sadakat yemini edecekler. Bu dini reislere
hazineden maaş bağlanacaktır.

Dini cemaatlere ait mektep, hastane, mezarlık gibi genel mekanların tamirleri engellenmeyecek,
ancak yenilerinin yapılması izne tabi olacaktır.

Bütün mezhepler eşit şekilde dini serbestliklerden istifade edeceklerdir.

Hiç kimse din değiştirmeye mecbur edilemez.

Her din ve mezhepten vatandaşlar devlet memuru ve asker olabilecektir.

Azınlıklar, kendilerine okul açabilecektir.

Farklı din ve mezhepten olanların ticaret ve cinayet davalarını görecek yeni mahkemeler
kurulacak ve yeni kanunlar çıkarılacaktır.

Gayrı Müslimlerin miras davaları, kendi kiliseleri bünyesindeki ruhani meclisler
tarafından görülecektir.

Türkiye’deki hapishaneler, insan haklarına uygun hale getirilecektir.

Her türlü bedensel ceza, eziyet ve işkence yasaklanacaktır. İşkenceyi önlemek, yapanları
cezalandırmak üzere Ceza Kanununda düzenleme yapılacaktır.

Yabancılar Türkiye’de mülk edinebileceklerdir.

İltizam usulü kaldırılacak, vergileri bizzat devlet toplayacaktır.

Memur maaşları düzenli ve devamlı ödenecektir.

Yolsuzlukla mücadele ile ilgili kanunlar ciddiyetle uygulanacak, memurlar bu maksatla
izlenecektir.

Paranın değeri korunacak (enflasyon önlenecek), mali sistemi düzene koymak için
Avrupai bankalar kurulacaktır.

Tarım ve ticaretin geliştirilmesi amacıyla yeni yollar inşa edilecektir.

Batı Kültürüne önem verilecek, Avrupa’nın eğitim sistemi, ilimleri ve sermayesinden
istifade edilecektir.

Bu reformların hangilerinin Türkiye’nin gerçek ihtiyaçlarına ilişkin bulunduğu,
büyük çoğunluğu oluşturan hangilerinin ise Avrupa ülkelerinin “dayatma”ları olduğu
kolayca tespit edilebilir.

LE MONDE Gazetesi’nde cikan Guillaume Perrier imzalı Türkiye analizinde geçen bir
iki cümleye dikkatinizi çekiyorum : Üçüncü Dünya Savaşı, Türkiye’den çıkabilir…
Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor. Bu ülke korkulduğu gibi ırka
ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı. Daha korkunç ve daha temel bir bölünmeye
gidiyor.

Osmanlı Devletinden böyle bir sosyal yapıyı devir alan Türkiye Cumhuriyeti, bu yapıyı
değiştirerek kul-devlet ilişkisini, yurttaş-devlet ilişkisine dönüştürmek istemiştir.
Osmanlı Devletinin yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti de, Fransa, İtalya ve Almanya’daki
millileştirme politikalarından esinlenerek, ulusal sınırlar içindeki halkı birbiri
ile kaynaştıracak ve entegre edecek bir millileştirme politikası uygulamıştır. Bir
takım çevreler, Türkiye Cumhuriyetinin resmi dil olarak Türkçe’yi kabul etmesi varsayımından
hareket ederek, bu milliyetçiliğin ırk esasına dayandığını ifade etmektedirler.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bu millileştirme politikasının, 1946 yılında çok partili
düzene geçene kadar taviz verilmeden uygulandığını görmekteyiz. 1946 yılında çok
partili sisteme geçince, siyasi partiler halkın bu hassasiyetinden yararlanarak
iktidar olmak yarışına girdiler. Örneğin, 1947 yılında toplanan Halk Partisi’nin
kurultayında; dinin manevi bir gıda olduğu, toplum hayatında bu gıdadan yararlanılması
gerekliliği, ülkede dinler arasında İslâm aleyhine önemli bir eşitsizlik olduğu,
bu uygulamaların maneviyattan yoksun bir gençliğin yetişmesine yol açtığı şeklinde
eleştiriler ve okullara din dersleri koyulması gibi öneriler olmuştur.

Ankara Üniversitesi’ne bağlı bir ilâhiyat fakültesi kurarak devlet denetiminde ilk
din eğitimine başlamış, ilkokullarda da din dersleri seçmeli ders olarak ders programlarına
almıştır(46). 1950 yılından sonra iktidar partisi olan Demokrat Parti ise din konusunda,
Halk Partisine göre daha çok ödün veren bir politika izlemiştir. Demokrat Parti’nin
iktidarı zamanında da, yüksek İslâm enstitüleri, İmam hatip okulları ve Kuran kursları
açılarak dine dayalı eğitim sistemi yaygınlaştırılmış, sınırlı da olsa toplumdaki
dini oluşumlara tolerans gösterilmeye başlanmış, camilerde Türkçe ezan okunması
zorunluluğuna son verilmiştir.

Böylece, 1950’den sonra Türkiye’ye örgütlü İslâmi akımlar hakim olmaya ve ülke siyasetinin
gündemini bunlar da belirlemeye başlamıştır. Bu gelişmelere rağmen, 1946-1960 döneminde
Türkiye’de siyaset yapan tüm siyasi partiler, devletin kültürel İslâm anlayışı ile
örtüşen, lâik din politikasını benimseyen kuruluşlar olmuşturlar. Nakşibendi tarikatı
Türkiye’de etkinliğini artırma ve devlet bürokrasisi içinde örgütlenme sürecine
girdi. Bu dönemde, milliyetçi akımlar ile siyasal İslâm’ın yükselişinde, devletin
solu bir tehdit olarak algılayan soğuk savaş dönemi politikası da etkili olmuştur.
Örneğin, 1960’dan sonraki askeri darbeler döneminde, sol karşısında milliyetçi akımları
destekleyen bir politika izlenmiş ve hatta İslâmi akımlar ile milliyetçilik entegre
edilerek bu cephe güçlendirilmek istenmiştir. Bu amaçla, “Türk-İslâm Sentezi” olarak
adlandırılan bir ideoloji geliştirilerek, toplum manevi değerler şemsiyesi altında
birleştirilmeğe çalışılmıştır. Cevdet Sunay’ın “Biz devletin kilit merkezine yerleştireceğimiz
kişileri imam-hatip okullarında yetiştiriyoruz” sözleri, devletin bu politi kanın
ne kadar içinde olduğunun bir göstergesidir.Milliyetçilik algısını anlamak açısından
nihalt atsızın oğluna bırakmış olduğu vasiyette dönemin ve günümüz mantığının tezahürü
açısından bize bazı ipuçları vermektedir.

Yağmur Oğlum, Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum.
Sana bir de resmimi yadigar olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.
Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin
gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır.
Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar,
İspanyollar, Portekizliler, Romanlar, yeni düşmanlarımızdır. Japonlar, Afganlılar,
Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır. Ermeniler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Abazalar,
Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Zazalar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler, Çingeneler,
içerideki düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için hazırlanmalı. Tanrı
yardımcın olsun.” (N. Atsız)

Cemaatlerin, Dernek ve Vakıfların Din Anlayışları ve Ilımlı İslâm,

STK’lar, İslâmî hareket iddiası taşımaktan feragat etmelidirler ya da gerçeklerle
yüzleşmelidirler.

Demokratik platformlardan, insan hakları örgütlerinden, çıkar hesapları yapanlardan,
bir beklenti içine girenlerin anlamsızlığa karşı duyarlılıklarını yitirme olmamalıdır…
Ümmetin yüzyıllardır gafletinin acısını bundan sonraki nesillere yaşatma haklarının
olmadığını bildirmemiz gerekiyor.

İçimizdeki fire odaklarına dikkat etmemiz lazım. Tepkilerimiz, anın yansıması değil
her alanda elimizi güçlendirerek şuurlu bir şekilde ümmeti mihmandarlığa doğru yönlendirecek
sorumluluğu kuşanmamız gerekiyor.Kendi istikballeri için hesap yapanların Allah’ın
hesabını gözden geçirmeleri gerektiğini hatırlatmamız gerekiyor. Müslümanların marjinal
bir tutum içinde değil, ümmeti ve insanlığı kuşatacak projeler üretmesi ve mazlumların
hamisi olması gereken yeryüzünde ifsadı kendilerine ölçü kabul edenlere karşı ıslahı
hatta takva temelli vahiy dönüşümüne hazırlık yapmaları gerekmektedir.

Muhafazakârlık: Var olan durumu koruma amacını güden düşünce tarzı. Toplumun değişmesine
karşı direnç gösteren, toplumsal-kültürel değerlerin korunmasını savunan ,sağ kanat
siyasi ideolojisidir.Muhafazakârlığın, değişime karşı direniş olarak tanımlanması,
özellikle değişim isteyen sol ideolojiler tarafından eleştirilir. Muhafazakârlık,
bir sağ ideolojidir. Muhafazakârlığın var olan kazanımları ve değerleri korumak
şeklinde bir yanı vardır. Bu açıdan bakıldığında, herkes, solcular dahil, istedikleri
toplumsal düzen gerçekleştiğinde muhafazakârlaşabilirler. Nitekim Sovyetler Birliği’ndeki
solcu rejime karşı olanlar (örneğin Troçkistler) bu rejimi muhafazakârlaşmakla suçladılar.

Muhafazakârlık, değişime tümüyle karşı değildir. Sadece devrimsel değişimlere, topyekün
toplum planlarına karşıdır. Radikal, “seçkin” bir grup entellektüelin bir araya
gelerek ,toplum düzenini bir anda değiştirecek devasa planlarını uygulamaya koymaları,
muhafazakârlığa aykırıdır. Bu açıdan, muhafazakârlık çoğunluk yanlısıdır ve demokratik
bir toplumun temel ideolojilerinden biri olduğu savunulur. Muhafazakârlık, akla
şüpheyle yaklaşır. Kendi aklının sesini dinleyerek başka insanların hayatları üzerinde
kalıcı bir etki yaratmaya çalışan düşünürleri eleştirir. Muhafazakârlara göre akıl;
farklı sonuçlara varabilmektedir ve bireyin toplum üzerinde keyfi değişiklikler
oluşturma isteklerine araç olmamalıdır. Muhafazakârlığı, sistemli bir düşünce olarak
ilk savunan kişi, İngiliz filozof Edmund Burke olmuştur. Burke, Fransız Devrimi
zamanında yaşamış, devrime karşıt bir düşünürdü.

O sırada İngiliz devlet adamları arasında Fransız Devrimi’nin İngiltere’ye yayılacağı
endişesi yaygındı. Burke, devrimsel mücadeleye karşı, sistemli bir ideoloji oluşturarak,
fikirsel alanda Fransız Devrimi’ne karşı bir mücadele başlattı. Muhafazakârlık ,İngiltere
ve ABD gibi sanayileşmiş demokratik toplumlarda yayıldığı gibi, Osmanlı İmparatorluğu,
Çin İmparatorluğu gibi gelenek ci ülkelerde de siyasi iktidarları etkiledi.Yaşadığımız
toplumda sağcılık ve muhafazakarlık İslami algı haline dönüştürüldü.Bir kısım Müslüman
kendilerini bu anlam bütünlüğünde tanımladılar .Muhafazakarlık ,sahiplenmesi gereken
toplumda dinin yaşama dönüşmesine saygı duyan toplum düşüncesi haline dönüştü.Özellikle
milliyetçi muhafazakar söyleme sahip çıkanlar ,zaman içinde kendi tebalarını bu
düşünce içinde şekillendirerek reaksiyoner olmayı değerleri korumak olarak algıladılar.

Malesef yaşadığımız coğrafyanın kahır ekseriyeti kendisini sağcı olarak tanımlamayı
özellikle ortaya koyarken ,bazı dini kavramların içini boşaltarak kendi söylemlerini
meşrulaştırmak adına milliyetçi söylem ile ulusalcı bir çizgiyi sahiplenme ve onu
koruma güdüsünü oluşturdu.Halkı Müslüman olan batı toplumlarında ,sağcı olmak ,muhafazakar
olmak, solcu olmaya yeğlendi; çünkü solculuk İslam karşıtlığı idi sağcılık ise birazda
daha ılımlı yaklaşıyordu.

CHP nin tek partili baskıcı ,istibdat döneminde demokrat parti geleneği ,bu söylemi
daha fazla öne çıkardı .Hatta zaman içinde bir dönemin azılı solcuları bile, komünist
tehlikeye karşı sağcıları ve dini kullanma alanını tercih ettiler,ne de olsa reel
politik gözetilmeliydi. Tıpkı bugün olduğu gibi!Doğu toplumları ,sosyalizm düşüncesi
ile baascı rejimleri

kerhende olsa desteklerken, Batı toplumunda(türkiyede)ise sağcılık ,Osmanlıcılık
,milliyetçilik ,muhafazakarlık adı altında daha kuşatıcı ve anlamlı bir algıya dönüştürüldü.

Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra dünyada tek süper güç haline gelen ABD, bu gücünü
devam ettirebilmek, olası rakiplerinin siyasi ve ekonomik gelişmelerini denetim
altında tutabilmek için “Büyük Ortadoğu Projesi” olarak adlandırılan bir proje geliştirdi.
Sanayileşmiş Batı ülkelerinin de desteklediği sanılan bu proje, dünya petrol rezervlerinin
yüzde 69.9’a, doğalgaz rezervlerinin de yüzde 34’e sahip Ortadoğu bölgesinin ABD’nin
güdümüne girmesini öngörmektedir.

“Ilımlı İslâm Modeli” de, bu projenin bölge ülkeleri için uygun gördüğü bir yönetim
şeklidir. Orta çağdaki devlet modellerinin görüntü değiştirmesinden ibaret olan
bu yönetim modeli, bölge ülkelerindeki etnik yapı ve inanç farklılığından kaynaklanan
bölünmüşlüğün devamını sağlayacaktır. Bu model, bölünmüşlüğün yarattığı örgüt liderlerinin
yapılandıracağı, sözde bir demokrasi öngörmektedir. Türkiye, “Büyük Orta Doğu Projesi”
içinde iki bakımdan stratejik bir öneme sahip bulunmaktadır.

Bunlardan ilki, Türkiye’nin Ortadoğu’nun petrol ve doğalgaz kaynaklarına birkaç
saat içinde müdahale edebilecek kadar yakın olması ve bunların ulaşım yollarını
denetleyebilecek bir coğrafi noktada bulunmasıdır. İkincisi ise, Türkiye’nin lâik
ve ulus esasına dayanan devlet yapısının Ortadoğu ülkelerine örnek teşkil etmesi,
bu ülkeleri de böyle bir siyasi yapılanma arayışına sürükleyebilme olasılığıdır.
Başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri bu iki nedenden ötürü, Lâik Türkiye Cumhuriyetini
ılımlı İslâm modeli ile yönetilen bir devlete dönüştürmeyi arzulamaktadırlar.

Türkiye’nin AB üyelik sürecini de bu dönüşümün alt yapısını oluşturmak için kullanmak
istemektedirler. Bölge için uygun görülen ılımlı İslâm modeli’nin, ABD ve müttefikleri
bakımından bu bölgedeki petrol ve doğalgaz kaynaklarının kullanım süresi ile sınırlı
bir yönetim modeli olduğu kanısındayız. Çünkü, ılımlı İslâm modeli uzun dönemde
radikal İslâmi akımları yaratacak ve bu gelişme de bölgenin bütününü Filistinleştirebilecektir.
Bu ihtimali gören ABD ve yandaşları, kuzey Irakta İsrail ile stratejik ortaklık
ilişkisi içinde olan bir Kürt devleti kurmaya ve böylece İsrail’in geleceğini güven
altına almaya çalışıyorlar.

Ahmed KALKAN Hocanın Konuşması

“Ilımlı İslâm” Kavramının Tanımı ve Konunun Kur’ânî ve İtikadî Bakışla Yorumlanması

“Ilımlı” kelimesi, bilindiği gibi, lügat anlamıyla, fazla sıcak ve soğuk olmayan
demektir. İnsanlar ve onların ideolojileri, inançları için kullanıldığında da, “aşırı
olmayan, ölçülü, mûtedil” anlamlarında kullanılır. Yani sıcaklığı giderilmiş, ılımlılaştırılmış
anlamında. Bununla radikal olmayan anlayışlar kastedilir. Radikallik de, köktencilik,
her alanda köklü değişiklik ve yenilik eğilimi, sertlik, keskinlik, aşırılık anlamlarında
kullanılıyor. Aslında radikallik/radikalizm, Batıdaki çıkış ve kullanılış şekliyle,
geçmişteki kurumlardan tamamıyla kurtulmak amacını güdenlerin düşünce tarzı ve öğretisini
belirten ve keskin yenilik akımı için kullanılan bir terimdir. Köklü değişiklik
isteme konusunda uygun düşse de eski kurumlara tümüyle karşı çıkılıp her şeyiyle
yenilik eğilimi ve keskin bir yenilik taraftarı olmak anlamında muvahhid müslümanlara
radikal denilmesi hiç doğru olmaz. Kaldı ki, müslümanın radikali, ılımlısı vb. olmaz.
Müslüman müslümandır, ona “müslüman” ismini Allah vermiştir (22/Hacc, 78). Muvahhid
müslümanlar, kendilerine ne ılıman, ne radikal, ne dinci denilmesini isterler. Onlar
Allah’ın verdiği isimle şeref duyarlar. Hele, “İslâm” dini için kullanılan değişik
sentezlere, Allah’ın vermediği başka adlandırmalara hiç iltifat etmezler. İslâm’ı
farklı ayrımlara tâbi tutup dini sulandırmaya, suyu ılımlı hale getirmeye tümüyle
karşıdırlar. İslâm, aşırı mıdır? Yani Kur’an’ın ve sünnetin çizgisindeki İslâm,
ölçüsüz müdür? Kime göre, nasıl bir aşırılıktır bu da, onu ölçülü hale getirmeye
yeltenebiliyorlar? Kur’an’ın sınırlarını çizdiği “İslâm”, kaynar derecede sıcak
mıdır ki, “ılımlısı” istenmektedir? Her konuda ölçü ve “İslâm”ın ölçülü olup olmamasında
karar mercii Allah mıdır, perde arkasına gizlenen ve halka din biçen egemen güçler
mi? “Ilımlı İslâm” ifâdesi, Allah’ın dini olan gerçek İslâm’a iftiradır, ona hakarettir,
onu suçlamaktır ve reforma ihtiyacı olduğu anlayışıyla onu tahrif etme çabasıdır.
“Ilımlı İslâm” kavramından ancak bunlar anlaşılır.

Ilımlı İslâm tâbiriyle içi boşaltılmış bir din kastedilmektedir. Tevhidî içerikten
soyutlanmış, cihadı, ahkâm (hükümle ilgili) âyetleri, toplumsal emir ve yasakları,
devlet talebi olmayan, küfre ve şirke karşı hiçbir tavrı olmayan bir din oluşturulmaya
çalışılmaktadır. Çok eski zamanlardan beri bu amaca yönelik çalışmalar yapılmakla
birlikte, İsrail’in sömürgesi konumundaki ABD’nin başını çektiği Batı, özellikle
ikiz kulelere saldırılardan sonra bu yoldaki çalışmaları yoğunlaştırdı. BOP eşbaşkanlığı,
“model ortaklık” ve “küresel terörle mücadele eşbaşkanlığı” ile başta Amerika olmak
üzere Batı ile T.C. ılımlı İslâm projesinde işbirliği yapmaktadır. Bu projeyi Türkiye’de
hormonlu şekilde büyü(tül)müş dernek ve cemaatlere ve cemaat önderlerine kabul ettirdikleri
gibi, Erdoğan aracılığıyla Ortadoğuya da yaymaya çalıştıklarına hepimiz şahit oluyoruz.
Bugünkü T.C. yöneticileri daha yönetime gelmeden Batı tarafından İslâm devleti olmadığına,
olsa bile bugünün reel politiğine uymadığı, başarı şansı bulunmadığına ikna edildiler.
Sonra cemaatler, dernek ve vakıflar ikna edildiler. Aynı ikna odaları Ortadoğuda
açılmış, T.C’nin de katkısıyla oralarda da İslâm sulandırılmış, o su da ılımlı hale
getirilmişti. Ortadoğu’daki kimilerinin “intifâda” diye yücelttiği, despot diktatörlere
karşı ayaklanmanın yarım bırakılıp yıkılanın yerine İslâmî bir yapının getirilmesi
için yeterince çaba sarf edilmemesi, biraz da bu ılımanlaştırma politikalarıyla
izah edilmelidir. ABD abdi gibi görmek istediği Türkiye yönetimini de hem demokrasiyi
ve hem de ılımlı İslâm’ı bir arada yürüttüğü için model ülke kabul ettiğini dosta
düşmana ilan etmekte beis görmemektedir. Model T.C. düzeni, namaz kılan yöneticileri
eliyle “lâ”sı olmayan ılımlılaştırılmış bu dini, Ortadoğu ülkelerine de pazarlama
görevini üstlenmiştir. ABD, Türkiye’de devletin dininden ve düzenin öngördüğü din
anlayışından (ulusal Türk dini halini almış özel dinden, ılımlı İslâm’dan) râzı
olduğunu ısrarla belirtiyor. Görünen o ki, yöneticilerin de bu rolden pek şikâyetleri
yok. Bu coğrafyadaki düzen ve tâğutlar, bir taraftan kendi ülkelerinde tevhidî muhtevâdan
uzak, demokrat, Atatürkçü, devletçi, ulusalcı, laik, muhâfazakâr (neyi muhâfaza
ediyorsa) bir dini, yani “ılımlı İslâm”ı, dinini yaşamak isteyen müslüman halk için
tek alternatif şeklinde sunuyor. Diğer yandan bu tahrif edilmiş din anlayışını diğer
ülkelere Batı adına ihraç etmeye, kendilerini örnek almalarını istemeye çalışıyor.

Ilımlı İslâm kavramı, gerçek İslâm’ın zor olduğu, aşırı olduğu önyargısından yola
çıkılarak oluşturulmuş alternatif beşerî bir din anlamı taşır. İslâm, hiç de zor
bir din olmadığı, dünya ve âhiret saâdetini en kolay, en kestirme ve en doğru yoldan
elde etmenin adı olduğu halde; bazıları onu zor, kaynar derecede sıcak kabul ediyorlar
da, kendi şeytanlarının ve şeytanlaşmış arzularının doğrultusunda hoşlanacakları
kolay, basit ve ılımlı bir din dizayn edip halka “sizin dininiz bu olmalı” deme
gücünü kendilerinde görüyorlar.

Günümüzde İslâm’ı yaşamak ve hayata geçirmekle ilgili zorluk, dinin ve dinî kuralların
zorluğundan ileri gelmiyor; İslâm düşmanı egemen güçlerin ve tâğûtî düzenlerin,
müslümanların dinlerini yaşaması önüne sayısız engeller koymasından, baskı ve zulümlerinden
kaynaklanıyor. Dinin yaşanması zorlaştırılıp haramlar, mecbûrî istikamet işaretleriyle
topluma dayatılınca kısır döngü şeklinde hayatın her alanı da zorlaştırılmış oluyor.

Ilımlı İslâm’ı savunmak, insanı tanrı yerine koymaktır, ilâhlık taslamaktır, İslâm’ı
yeniden şekillendirip, atmalar ve katmalarla onun içeriğini yönlendirmeye kalkmaktır.
Tâğut denen bu azgın sapıklar, kendilerinin râzı olacağı bir din istiyorlar. Allah’ın
bizim için seçip râzı olduğu dinden onların râzı olmayacakları belli. Bu ılımlı
İslâm denen ucûbe, egemen güçlerin, global küfrün râzı olacağı farklı bir dindir;
adına İslâm denilse de hak din olan, Allah’ın seçtiği ve râzı olduğu İslâm değildir.
Kur’ân-ı Kerim, bunlar hakkında bakın neler diyor?

“Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları
mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı derhal aralarında hüküm verilirdi (işleri
bitirilirdi). Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.”
(42/Şûrâ,
21)

“…Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden
böyle davrananların cezâsı, ancak dünya hayatında rezillik/rüsvaylıktır. Kıyâmet
gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan
asla gâfil değildir.”
(2/Bakara, 85)

“İslâm’a çağrılırken, Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim vardır? Allah,
zâlimler topluluğunu hidâyete/doğru yola erdirmez.”
(61/Saff, 7)

Ilımlı İslâm denen bu sahte din, hakka bâtılın karıştırılması, hakla bâtılın koalisyonudur.
İlâhî dinden bazı hususlarla emperyalist keferenin bazı prensiplerinin karması olan
uydurma bir karışımdan, çirkin bir sentezden başka bir şey değildir.

İslâm kelimesi sözlükte; teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına gelir.Allah
Teâlâ’nın emirlerine teslim olup itaat etmeye dayanan bir din olması sebebiyle bu
dine İslâm denilmiştir. “İslâm”ın terim anlamı ise: Allah tarafından peygamberler
aracılığıyla insanlara bildirilen, dünyada ve âhirette insanları mutluluğa ulaştıracak
hayat şekli, itikadî ve amelî bir nizamdır. İslâm, akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle
bizzat hayırlı olan şeylere götüren İlâhî bir kanundur. Dünya hayatını düzene koyan
İlâhî sistemin özel ismidir İslâm. İnsanla Allah’ın arasındaki ilâhî bağdır. Mutluluğun,
barışın, şeref ve izzetin sağlandığı yaşama biçimidir. Allah’ın insanlara, onları
mutluluğa ve yüceliklere yükseltmek için gönderdiği İlâhî kanun ve ilkeler bütünüdür.

İslâm tevhid dinidir. Tevhid, “Lâ ilâhe illâllah” ifâdesiyle özetlenir. Allah’tan
başka ilâh, yani mutlak otorite, egemenlik kaynağı, ibâdete lâyık zât yoktur; En
çok sevilen, korkulan, umut edilen O’dur.Tevhide rağmen, hiçbir şahsın ve kurumun
değeri yoktur. Dostluk ve düşmanlıkta ölçü, Allah ve Rasûlüdür; İslâm’dır. Allah’ın
dinde izin vermediği bir şeyi meşrû kılmak, O’na karşı din üretmek anlamına gelir
(Bak. 42/Şûrâ, 21)

İslâm’ın hâkim olmadığı sistemlerde, din devletsiz; devlet de dinsiz konumdadır.
İslâm’ın istediği gibi bir din topluma ve sisteme hâkim değilse, devletin istediği
bir din (dinin tahrif edilen şekli) ortaya çıkacaktır. Değişik ifadeyle, bir ülkede
ya dinin devleti, ya da devletin dini vardır. Ilımlı İslâm, zâlim devletlerin, işgalci
ve emperyalist güçlerin toplumları kendilerine kul etmek için prensiplerini belirledikleri
kuşa benzetilmiş bir din anlayışıdır.

Hak dâvânın mensuplarından Cenâb-ı Hakk’ın istediği şeyler: Hakkı eğip bükmeden
söylemek, Allah’ın hükümlerini tebliğ edip uygulamak, emrolunduğu şekilde sırât-ı
müstakim çizgisinde sapmadan dosdoğru hareket etmek, bâtıla karşı net tavır koymak;
ilim, iman ve takvâ ile zihin ve gönlünü süslemek; tebliğ, cihad ve sabır silâhlarını
kuşanmak, tâviz ve uzlaşmaya yanaşmamaktır. Bir müslümanın vahiyle belirlenmiş herhangi
bir prensipten vazgeçmesi, hakkında nass olan bir konuda pazarlık yapması, inancıyla
bağdaşacak bir tavır değildir. Allah’ın emirlerinin büyüğü-küçüğü, temeli-teferruatı,
önemlisi-önemsizi, tâviz verilecek olanı-olmayanı olmaz. İman esasları ve dinin
ilkeleri, bölünme kabul etmeyen bir bütündür. Rasüller ve onların vârisleri âlimler
başta olmak üzere İslâmî hareket mensupları, Allah’ın rızâsından başka beklentileri
olmayan, âhireti dünyaya tercih eden dâvâ erleridir. Onlar, etkin ve yetkin müşriklerin
tehdit ve zulümlerinden korkmayacakları gibi, dâvâlarını ve kendilerini pazarlık
aracı yapamazlar, kiralayamaz ve satamazlar. Bir müslümana Allah’ın vereceği karşılıktan/ödülden
daha büyük bir bedel icat edilememiştir, edilemeyecektir. Onlar, halktan bir karşılık
istemezler, onların ücretlerini Allah verecektir.

“Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et.
Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir
kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.”

(5/Mâide, 49). Allah Teâlâ, müşriklerin arzularına, hevâ ve heveslerine uymamak
ve Allah’ın hükümlerinden bir kısmının bile uygulanmasından tâviz vermemeyi peygamber
şahsında mü’minlere emretmektedir.

“(Müşrikler,) sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için
seni, nerdeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan
dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara
birazcık meyledecektin. O takdirde hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını
kat kat tattırırdık; sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.”
(17/İsrâ, 73-75)

Allah’la harbetme kabul edilen fâiz, hac için Diyanetin mecbûriyetlerinden biri
haline getiriliyor. “Câmi, siyasete âlet edilmemeli” diyen egemen güçler, câmileri
ve tüm dinî kurumları kendi devlet siyasetine istediği doz ve şekilde âlet ediyor
ve kullanıyor.

Vaazlarla, dinî konuşma ve din dersleriyle tâğutlara ve onların düzen ve uygulamalarına
saygılı, putlara hürmetkâr veya en azından müsâmahakâr, düzene ayarlanmış vatandaş
yetiştiriliyor. Allah’ın evi olması, sadece Allah’a çağrı yapılması gereken yerler
olan câmiler (72/Cinn, 18), devlet dairesi; Peygamber’in vârisi ve Allah’ın memuru
olması gerekenler de zâlim bir düzenin memuru haline geliyor. Câmiler bile Allah’ın
değil, tâğûtî yasaların hâkimiyeti altına giriyor.

Uslandırma ve Sulandırma: Ilımlı İslâm anlayışının dış kaynaklı olduğunda
şüphe yok. Zaten tek millet olan küfür cephesi, yerlisi ve yabancısıyla işbirliği
yaparak İslâm’ın rengini değiştirmeye çalışıyorlar. Allah’ın râzı olduğu dinden
ve onu yaşayanlardan râzı olmayacak olan Batılılar (2/Bakara, 120), Müslümanları
hak dinden uzaklaştırmak için silâhlı ve silâhsız her çeşit mücâdele ve fitneden
çekinmediklerini tarih boyunca ve güncel nice örneklerle ortaya koyarlar.Müslümanların
kökünü kazıyamayacağını ve çok pahalıya mal olan işgallerle işi halledemeyeceğini
anlayan büyük şeytan Amerika’nın “radikal” ve “fundamentalist” diye tanımladığı
kaynağa bağlı gerçek İslâm’ı terörize edip suçlamak, yasakla(t)mak ve ılımlı İslâm
anlayışını daha bir yayıp dayatmaktır. Böylece uslandırılmış ve sulandırılmış bir
dini İslâm diye takdim edip sadece adı ve kâfirleri rahatsız etmeyecek özellikleri
kalan din anlayışı ile yetinen sözde müslümanları emperyalist hedefleri istikametinde
köleleştirmektir.

Küfre, şirke, putperestliğe isyânı emreden din, kâfirlerin ve küfrün koltuk değneği,
düzenin destek ve dayanağı haline gelmiş durumda. Laiklik ve demokrasi, düzen ve
kurucusu dinle ilgili konuşma ve derslerle sevdirilirken, Allah ve Rasûlü’nün istediği
hakiki dine giden yollar din adına tıkanıyor. Müslümanların kestiği kurbanların
derileriyle gerçek dine düşman kurumlar biraz daha güçleniyor. Kur’an’ı seçim nutuklarında
öpüp alnına koyanlar Kur’an’ı mahkûm ediyor, ahkâmına düşmanlık yapıyor. İnsanlar,
Allah’ın indirdiğiyle hükmedilmesini değil; câhiliyye hükümlerinin namaz kılanlar
tarafından yürütülmesini istiyor.

Bugün okullarda öğretilen mecburî din, câmilerden halka empoze edilmeye çalışılan
din, medyanın % 90’ında gündeme getirilen din, İslâm’ın sahtesidir, ılımlısıdır;
aslı değil. TV’den, kimi bürokratların, particilerin, yöneticilerin, sözde aydınların
ağzından kafasını uzatan şeytanın tebliğ etmeye çalıştığı bu ılımlı ve sahte dindir.

Ilımlı İslâm anlayışı, her şeyden önce, Allah’ın dininden tâviz vererek egemen küfür
dünyasıyla uzlaşma çabasıdır. Müslümanın İslâm’dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle
uzlaşarak, İslâm’ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün
değildir. Bu uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen
de olsa- kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah’a
teslim olmak ve O’nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde
bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her
çeşit egemenliğini reddetmek; Allah’a iman ve O’nun tek İlâh olduğunu kabul etmenin
en önemli şartıdır. Hatta, İslâm’ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları
anlamına gelen “tâğut”u reddetmek; Allah’a imandan da önce gelir ki; kalp, dil ve
kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle “lâ = hayır”
süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek İlâhın kabulü yerleşsin.
“Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah’a iman ederse o muhakkak kopması
mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemâliyle işiten ve bilendir.”

(2/Bakara, 256)

İslâm, “lâ (hayır)” kılıcıyla tâğutla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona tâviz
vermeyi, onunla uzlaşmayı, onun dünya görüşüyle sentez oluşturmayı kesip atar. Bir
tevhid eri için “lâ” ile isyan bayrağını çektiği küfür ve şirkle uzlaşma nasıl mümkün
olabilir? Tevhidin bu esasını en iyi anlayan ve en güzel uygulayan peygamberler
de kendi çağlarındaki tâğutlarla hiç bir uzlaşmaya yanaşmamışlar ve Allah’ın dininden
zerre kadar tâviz vermemişlerdir. Firavun, Nemrut ve Ebû Cehillerle pazarlığa oturmamışlar,
mutlak otorite olarak sadece Allah’ı kabul etmeyen tâğutlarla mücadele etmişlerdir.

Ilımlı İslâm düdüğü çalanların maksadı, nefislerine zor gelen dini kolaylaştırmak
adına sulandırmak, kendi hevâlarından bir din oluşturmaktır. Müslüman, Allah’a teslim
olan demektir. Aklını, hevâsını, çevresini, insanların isteklerini değil; Allah’ın
hükmünü ölçü alan kimse… Onun kolay-zor ölçüsü de, İslâm’dır; Allah’ın hükmüdür.

“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi
kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Her kim
Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”
(33/Ahzâb,
36)

“Bunlar, Allah’ın (koyduğu) hudutları/sınırlarıdır. Kim Allah’a ve peygamberi’ne
itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı
kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah’a ve Peygamberine karşı isyan
eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için
alçaltıcı bir azâp vardır.”
(4/Nisâ, 13- 14)

“…De ki: ‘Doğru yol/hidâyet, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra
onların hevâlarına/kötü arzu ve keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan
sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.”
(2/Bakara, 120).

“(Sana şu tâlimâtı verdik:) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına
uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni fitneye düşürüp ondan
saptırmamalarından sakın, buna dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki (bununla)
Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların
birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.”
(5/Mâide, 49).

Hesap gününde Allah’ın huzurunda mahçup olma, Allah’ın rızâsını kaybetme mü’minin
asıl korkusudur. Kur’an’ın haber verdiği gibi İbrâhim (a.s.) müşriklere şöyle diyerek
putperestlere ve yersiz korkuya tavır alıyordu: “Ben sizin O’na şirk/ortak koştuğunuz
şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her
şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz? Siz, Allah’ın size, haklarında hiçbir
hüküm indirmediği şeyleri O’na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz
şeylerden mi korkacağım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah’ı tek
ilâh kabul edenlerle O’na ortak koşanlardan) hangisi (Allah’ın azâbından) emniyette/güvende
olmaya daha lâyıktır?”
(6/En’âm, 80-81)

Necmeddin IRMAK Hocanın Konuşması

Günümüzde siyasal ve toplumsal bir proje haline getirilen ve İslam dünyasında bir
zihniyet yapısı olarak karşımıza çıkan ılımlı İslam olgusunun izdüşümünü İslam tarihinde
görebilmekteyiz.

Bazen mevcut siyasal yapının kontrol ve yönlendirmesi ile bazen bireysel değişim
ve dönüşümler neticesinde, bazen de toplumsal zeminde elde edilen refah düzeyinin
tesiri ile, ayrıca Moğol İstilası gibi etkenlerle altüst oluşlar, kırılmalar ve
dağılmalar ile sahih İslam anlayışından sapmalar olmuştur.

Müslümanlara itidali emreden İslam’dan her şeyi mümkün kılan ve meşrulaştıran bir
anlayış devşirmek, sapmadan başka bir şeyle ifade edilemez. İslam’ın gerçekliğine
teslim olmaktan ziyade gerçekliği (!) İslamlaştıran ve içinde bulunduğu hali meşrulaştıran
bir yaklaşım tarzı olarak ılımlılık hep var olmuştur.

Uzun saltanat asırları içerisinde bir koruyucu (muhafazakâr) refleks olarak karşımıza
çıkan ılımlılık, geleneksel bir yapı kazanarak özellikle bazı tasavvufî akımlar
içersinde bir söylem tarzına da sahip olmuştur.

Günümüzde ister ılımlı İslam projesi dâhilinde olsun ister haricinde olsun söz konusu
yaklaşıma sahip olanların referanslarının da bu geleneksel yapı olduğunu görürüz.
Bu günü doğru anlamanın ve doğru tahliller yapabilmenin zeminini, kendisine gönderme
yapılan referansları ve yaşanılan süreci tespit etmek oluşturmaktadır.

Mehmed PAMAK Hocanın Konuşması

Tarih Boyunca Her Statükonun Dini ya da “Dine Karşı Din” Stratejisi,

Günümüzde “Ilımlı İslam” Adıyla Yürürlükte

İnsanlık serüveni boyunca, iktidar ve rantı ele geçiren egemenlerin çıkarları istikametinde
oluşan statükonun sahip çıktığı ya da kullandığı bir din algısı olmuştur. Egemen
statükolar, yönettikleri kitleleri her dönemde “statükonun dini” diyebileceğimiz
bu din algısına inanmaya çağırmış, yönlendirmiş, hatta zorlamışlardır. Her dönemin
egemenleri, kendilerine çıkar sağlayan düzeni sürdürmek için, yönettikleri kitleleri
bu din algısıyla statükoya itaate ikna etmişlerdir. Sömürü düzenlerini sürdürürken,
kitleleri bu din algısını kullanarak aldatıp, oyalamışlardır.

Üstelik, egemen statükoya meşruiyet sağlamak için kullanılan bu din, her dönemde
insanlar nezdinde saygınlığı olan ve yaygın kabul gören Allah’ın dini adına ortaya
çıkmış, çıkarılmıştır. Çünkü insanlar ancak bu şekilde daha kolay ve daha etkili
biçimde aldatılabilmekte, Kur’an’da buna “Allah ile aldatmak” nitelemesini
yapmaktadır. Bu din algısı, statükonun çıkarlarına göre Hak dinde yapılan değişlikler
sonucunda ortaya çıkarılmış, hak ile batılın karışımı muharref bir din niteliğindedir.
Kitleleri Allah ile aldatmak amacıyla Hak din olarak takdim edilse de, aslında şirke
bulaşmış batıl bir din algısıdır. Kur’an bu dine“atalar dini” de demektedir.
İşte statükonun dini olan, ancak şirkle nitelenebilecek bu din algısı, günümüzde
tevhid dini olan İslam’ın karşısına, “ılımlı İslam” adı altında çıkarılmaktadır.
İnsanlık serüveni boyunca hep statükolara hizmet etmiş, kitleleri aldatıp statükolara
boyun eğdirme işlevi görmüş olan “dine karşı din” stratejisinin bugünkü versiyonu,
radikalizme/terörizme/aşırılığa karşı, ılımlı İslam” şeklinde ortaya
konmaktadır.

Her dönemin statüko dininin hedefi, kozmik (evrendeki, göklerdeki, fıtrattaki) hakimiyeti
Allah’a bırakıp, yeryüzü ilahlığını tâğutlara vermek şeklinde ortaya çıktığı gibi
,
bugünkü statüko dini “Ilımlı İslam”ın da hedefi, aynı istikamette belirginleşmektedir.
“Ilımlı İslam” da, göklerdeki, evrendeki ve fıtrattaki ilah olarak Allah’ı kabul
etmekte, kozmik hakimiyetin Allah’a ait olduğunu itiraf etmekte, ancak yeryüzündeki
toplumsal hayatın, kamu alanının yönetimindeki nihai yasa yapıcılığı, mutlak kural
koyuculuğu, hevâ ve zanna, laik demokratik parlamento ve hükümetlere bırakmaktadır.
Yani yeryüzü ilahlığını Allah’tan başka ilahlara vermektedir. Anlaşılan odur ki,
bugünün statüko dini “Ilımlı İslam”, yeryüzündeki ekonomik, siyasal, hukuki toplumsal
ve kamusal hayattaki ilah olarak laik demokratik parlamentoları ve hevâyı kabul
etmekte, Allah’ın ilahlığını ise, vicdanlara, bireysel ibadetlere ve uhrevi alana
hasretmektedir.
.

Resulullah (s) döneminde, talep ve hedef çıtası, bütün bireysel ve toplumsal alanlara
Allah’ın hükümlerinin hakimiyetini esas alan en zirve noktada tutuldu. Bu zirvedeki
söylemde şunlar vardı; “yaratmak da emretmek de Allah’a aittir”, “Göklerde olduğu
gibi, yerde de hüküm ve ilahlık Allah’a aittir”, “toplumun Allah’ın hükümleriyle
yönetilmesi gerekir”, “topluma hevalarıyla yaptıkları yasalarla hükmedenler, hevalarını
ilahlaştırmış ve küfre girmiş olurlar ve Allah’tan başkasının hükümlerini benimseyenler
de onları ilah edinmiş olurlar”. İşte çıta buraya konup, bu mesaj tavizsiz bir biçimde
topluma yayılmaya başlayınca, yeryüzü ilahlığını tagutlara veren statükonun dini
ve onu kullanan egemenler çok büyük tepki gösterip saldırıya geçtiler. Zulüm, baskı
ve şiddetle vazgeçiremeyince, bu sefer uzlaşma teklifleriyle tavize karşı taviz
istemeye yöneldiler. Alınacak tavize karşılık, kendileri de taviz verip hak-batıl
karışımı ortak bir paydada buluşup, devlet başkanlığını da Resulullah’a vermeyi
teklif ettiler. Yani statükonun dinini, Resulullah’ın getirdiği vahiyden de bazı
unsurları kabul edip ekleyerek yenilemeyi, ama yeryüzü ilahlığını elde tutarak,
kendilerine çıkar sağlayan statükoyu yeniden üretip sürdürmeyi planladılar.

Ama Allah © “emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun, istikametinizi koruyun”, “zalimlere
meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur, cehennemlik olursunuz”, “Allah’ın emrinden
oluşan şeriata uyun, onların hevalarına uymayın”, “Az kalsın seni bile, sana vahyettiğimizden
başkasını bize karşı iftira edesin diye, fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni
dost edineceklerdi. Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, nerdeyse sen onlara birazcık
meyledecektin. O takdirde, muhakkak hayatın da, ölümün de azabını sana kat kat tattırırdık”
gibi uyarılarıyla onları istikameti korumaya, uzlaşmazlığa, kafirlere ve onların
hevalarına itaatsizliğe yönlendirdi. (Hud 112-113, Casiye 18, İsra 73-75, Kafirun,
Kalem 8-10 vb.).

Bugün ise, statükonun karşısına ilkeli İslami kimlik, tevhidi bir duruşla, açık,
net ve tavizsiz bir tebliğle çıkamayanlar, din algılarını kendiliğinden statükonun
rahatsız olamayacağı bir noktaya çekmeleri, hedef çıtalarını da sistem içi görece
özgürleşme ve kimi çıkarlar devşirmek noktasında tutmaları sebebiyle sisteme tehdit
oluşturmadıkları için, statükonun sahipleri onları ciddiye almamakta ve onlara uzlaşma
teklifi götürmek gereği de duymamaktadır. Bu yüzden, bugün henüz statüko tarafından
istenmeden verilen peşin tavizlere dayalı uzlaşma tekliflerini, kendini İslam’a
nispet eden kesimler statükonun egemenlerine götürmekte, yaranmaya, uzlaşmaya çalışmaktadırlar.

İnsanların sapmalarına ya da zalimlere meyletmelerine, statükoya eklemlenmelerine
yol açan önemli bir etken; çıkar, menfaat, zenginlik, makam, mevki, ikbal, iktidar
vb dünya nimetlerine kavuşmak, bu tür imkanları devşirmek amacıdır. Sonuçta, çıkar
elde etmek amacıyla, statükonun dinine eklemlenir, ya da mevcut din algılarında
statükoyu razı edecek değişimlere giderler. Böylece muhalif olmaktan, yandaş olmaya
doğru savrulurlar. Eklemlendikleri ve imkanlar devşirdikleri statükoyu, menfaatlerinin
devamlılığı için sürekli kılmak amacıyla ve yeni konumlarını meşrulaştırarak rahatlamak
ihtiyacına binaen, statükoya teolojik alt yapı hazırlamaktan, dini dayanaklar üretmekten
de geri durmazlar. Halbuki Allah Kur’an’da, dünyada ve ahrette lütfettiği ve edeceği
nimetlerin, meyledilen zalim taguti statükolardan devşirilecek imkanlarla mukayese
bile edemeyecek kadar büyük ve geniş olduğu üzerinde düşünmeye çağıran bir çok ayete
yer verir.

Ilımlı İslâm projesiyle bütün dinlerden soyutlanmış bir devlet tahayyül edenler,
sonuçta devleti bütün dinlerin temsilcilerince yapılacak yeni ve ortak bir dine
tabi kılmaktan başka bir şey yapamamışlardır, çünkü din ya da ideolojilerden tamamen
soyutlanmış bir devlet mümkün değildir. Üstelik böyle bütün din ve inanç sahiplerinin
konsensüsüyle hukuk sistemi yapmak, pratikte uygulama şansına da sahip görünmemektedir.
Mesela gerçek bir Müslüman Ahzab 36. ayetteki temel anayasal hüküm gereğince, Allah
ve Resulünün hüküm verdiği bir konuda farklı bir tercih yapma hak ve yetkisine sahip
olmadığı için bu tür hükümlerde direnmek, taviz vermemek durumundadır, bu takdirde
diğer dinlerin müntesipleriyle İslam’ın hükmü olan alanlarda konsensus sağlanamayacağı
ve kamu alanı için ortak bir hukuk üretilemeyeceği de açıktır.

Modern paradigmanın ürettiği seküler bir model olan demokrasiyi, insanın hevasını,
aklını ilahlaştıran felsefi ve ideolojik tanımı çok belirleyici olmasına, laiklikle
ayrılmaz bir bütün oluşturmasına rağmen, sanki bütün insanlığın sahiplenmesi gereken
evrensel adil bir model gibi algılayıp, demokrasiyle İslam arasında uzlaşma sağlama
çabası içinde olan kimi Müslüman siyasetçi, aydın ve yazarların ortaya attıkları
düşünceler giderek kanıksanıp yaygınlaşıyor. Bu bağlamda “İslam demokrasisi”, “demokratik
hilafet” gibi yaklaşımlarla İslam-demokrasi sentezi eğilimlerinin yaygınlaştığı,
bu sebeple de İslam toplumunu gayrimüslimlerin de yönetebileceği iddialarının kolayca
dillendirildiği ve bu sentezci anlayışlardan kalkarak, “liberal İslam”, “demokratik
İslam”, “İslami sol” gibi uyduruk eklektik kavramların da sıkça kullanılmaya başlandığı,
dinin bireysel alana indirgenmesi ve kamusal, toplumsal, siyasi, ekonomik, hukuki
alanların seküler değer ve normlarla düzenlenmesi fikrinin “ılımlı İslam” olarak
yaygınlaştırılmaya çalışıldığı bir süreçten geçmekteyiz.

Daha Bush döneminde raporlara yansıyan “Ilımlı İslam”ı destekleme projesini OBAMA
gündemine aldı, İslam’ı radikal ve ılımlı olarak kategorize ederek, , İslami kendi
içinde çatıştırarak, ılımlıyı diğerine karşı desteklemek suretiyle, radikalleri
ılımlılara tasfiye ettirmek hedefine yönelindi. Artık dine karşı din stratejisiyle,
küresel ve yerel statükoya uyumlu din algısı olan “Ilımlı İslam”ın önü açılacak,
her türlü imkanlar desteklenecek ve küresel sistemle birlikte aynı eksende oluşturulan
yerel sistemler, yeni oluşturdukları, kendi tanımladıkları ılımlı İslam algısı üzerinden
İslam ile uzlaşıp, yeni statükoları inşada bu İslam algısını bir malzeme olarak
da kullanacaklardır. Tıpkı Hıristiyanlığın Roma dini haline gelirken değiştirilip
Roma’yı yeniden inşanın bir malzemesi olarak kullanılması gibi.

Böylece, öteden beri süren Gülen cemaati öncülüğündeki dinler arası diyalog ve küresel
ve yerel liberal demokrat ılımlı laik sisteme uyumlu ılımlı İslam algısı oluşturmaya
dair hazırlık, siyasal planda da AKP ile karşılığını bulmuş ve medeniyetler arası
uzlaşma eş başkanı konumuna Tayyip Erdoğan getirilerek, İslam coğrafyasında tevhidi
İslam’a karşı sürdürülen yok etme ya da dönüştürüp sisteme eklemleme projesi birlikte
sürdürülür olmuştur. Bir çok tevhidi öbek ve şahsiyet de, bu süreçte manevi ve maddi
iki tür duygusallıkla bu sistem içi değişime aktif destek verme ve giderek ılımlı
İslam oluşturma çabalarını da görmezden gelme, hatta olumlu gelişme sayma konumuna
sürüklendiler.

2007 yılında ABD merkezli Rand Corporatinon’ın hazırladığı 217 sayfalık “Building
Moderate Muslim Networks” (Ilımlı Müslüman Ağı Oluşturmak)
başlıklı raporda
ise; Soğuk Savaş döneminde Sovyet yayılmacılığına ve komünizme karşı küresel kapitalist
sistemin müttefiki olarak kullanılan “ılımlı İslam”ın, bugün de “radikal İslam”a
karşı kullanılması teklif ediliyor. ABD’ye “aşırılık yanlılığına karşı ılımlı Müslümanlar
ağını daha fazla desteklemesi” öneriliyor. Rapora göre, ABD ve Batının razı olacakları
“ılımlı İslam”ın en temel şartları, Demokrasinin benimsenmesi, kamu alanına dinin
müdahalesine ve İslam prensiplerine göre kurulan bir devlete karşı çıkılması, “şeriat”
uygulamasından vazgeçilmesi, laik devlete ve devleti yönetecek kadrolara gayri müslimlerin
de gelmesine rıza gösterilmesi olarak zikrediliyor.

Yine 2004 ya da 2005 yıllarında olsa gerek, ABD’de yapılan ABANT toplantısında ABD
li yönetime de yakın bir Profesör,
İslam’la savaşan radikal Kemalist laiklik
artık batı çıkarlarına zarar vermektedir, dinlere saygılı batı standartlarında ılımlı
laiklik öne çıkmalıdır”
diyordu.

Yeni statükonun oluşumu ve bölgeyi dönüştürecek modelin ortaya çıkması için Türkiye’de
değişimin öncülüğünü yapan liberal destekli AKP-Gülen koalisyonu da aynı amaçları
güttüğünü, aynı hedefe yöneldiğini hem söylem, hem de pratik olarak açıkça ortaya
koymaktadır. Bu yöneliş ister bu tür bir din algısını içselleştirdikleri ve doğru
buldukları için olsun, isterse küresel denge, emperyal projeler bunun önünü açtığı
için olsun, sonuçta ülkede ve bölgede gerçekleştirilmek istenen “ılımlı İslam”,
“ılımlı laiklik” ya da “liberal İslam” ve Protestanlaştırma, sekülerleştirme ekseninde
bir dönüşümdür.

Bugün artık, “evrensel”(!) olduğu iddiasıyla, küresel olmayı bile başaramamış olan
batının seküler batıl değerleriyle bütünleşip uzlaşmanın gerekliliği, gerçek anlamda
evrensel değerleri ihtiva eden vahye iman eden Müslümanlara da, ulaşılması gereken
hedef olarak gösterilmektedir. İşte bu hedeflere kilitlenen çevrelerce, “Evrensel
insanî değerlerde buluşma ve demokratikleşme hedefine” çağrılan Müslümanlara “Müslümanların
demokratlığı(nın), hem Türkiye için, hem dünya için önemli” olduğu hatırlatılmaktadır.
Çünkü önce tüm bölge, sonra da tüm dünya Müslümanlarının İslam algıları, Türkiye
modeli üzerinden “ılımlılaştırılıp” laiklikle, demokrasiyle ve liberal-kapitalist
küresel sistemle uzlaştırılmak istenmektedir. Gülenci bu “Müslüman demokrat” yazar
Zaman gazetesinde yazdığı diğer iki makalesinde de şunları söylemektedir: “Dindarların
demokratik laiklikle bir sorunu yoktur. Sorun, tek parti döneminin, dini toplum
hayatından silmeye, sadece vicdanlara hapsetmeye çalışan katı uygulamalarındadır…
AB’nin de talep ettiği demokratik laiklik, bu ülkenin en büyük uzlaşma zeminidir”.
“Demokrasi, demokratik laiklik demek. Demokratik laiklik, inançlara saygı, din ve
vicdan özgürlüğü, fikir ve ifade hürriyeti, evrensel insani değerlerde buluşmak
demek.”

Bizim esas rahatsız olduğumuz şey, İslam anlayışının tahrif edilmesi

ve Müslümanların edilgen tutumudur

1. Bu tepkileri vermemizin sebeplerinden birisi, yeni statükoyu oluşturanların,
hepimizin müntesibi olmaktan şeref duyduğumuz Allah’ın dinini rahat bırakmamalarıdır.
İslam’ı ve Müslümanları dönüştürme ve kendi statükolarına hizmet edecek ve küresel
kapitalist emperyalist sistemle de örtüşen statüko dini “ılımlı İslam” oluşturma
çabalarıdır.

2. İkincisi ise, iki tür maddi ve manevi duygusallık sonucunda, yeni statükonun
sağladığı görece özgürlük ve imkânları esas alıp abartarak, sistem içi demokratikleşme
çabalarına eklemlenen kimi Müslümanlarca, sivil alanda yeni statükoya teolojik alt
yapı oluşturma amaçlı zorlama yorumların gündeme getirilmesi ve sonuçta demokratik
yeni statükonun ihtiyaç duyduğu ılımlı İslam algısına katkı sunan yaklaşımların
tevhidi kesimi de kuşatması ve tevhidi uyanış sürecinin istikameti kaybetmesi, eksen
kayması yaşamasıdır. Giderek muhalif olma vasfının yitirilmesi, edilgen hale gelinmesidir.

Bu sürecin sonunda ikame edilmek istenen yeni statükoda, laiklik ve kapitalist sistemle
uzlaşmış, sekülerleşmiş, bireysel ibadetler alanına çekilmiş “ılımlı İslam” anlayışına
razı olmayı asla kabul etmeyiz. Bu dönüştürme ve sekülerleştirmeye karşı mücadele
eder, bunu sağlama aracı olan siyasi parti ve iktidarları da ifşa ederek, insanların
bu oyuna kanmamaları için çaba sarf ederiz. Mevcut zulüm sistemini geriletmek ve
görece bir özgürleşmeye ulaşmak adına, yerine ikame edilecek görece özgürlükçü şirk
sistemine râm olmak ve onu savunmak, bir Müslüman’ın akıdesiyle bağdaştırılamaz.

Sonuçta; despotizme karşı mazlumların yanında yer almak mükellefiyetimiz olmakla
beraber, zulüm ve sömürüden sahici anlamda kurtularak, dünyada gerçek adalete ulaşmanın
ve ahrette kurtuluşa ermenin, ancak bütün insanların Rabbi olan Allah’ın hükümlerinin
hakimiyetiyle mümkün olduğunu, mazlum Müslüman halklara bir daha hatırlatmalıyız.
Mazlum halklar, dünyada izzeti, onurlu bir hayatı, sömürüden, zulümden, adaletsizlikten
arınmış adil bir yönetimle yönetilmeyi ve ahrette kurtuluşu istiyorlarsa, tevhidi
adalet sistemini talep edip egemen kılmaya çalışmaktan başka yol olmadığını bilmelidirler.
Bu sebeple de insanlara hayırlı ve merhametli olmak sorumluluğunu taşıyan biz Müslümanlar,
karanlıklardan (zulümattan) aydınlığa ve adalete ulaştıracak tek kurtarıcı mesajı
her şart altında gündeme getirerek, mazlum halkların zulümatın gri tonlarında oyalanmamaları
ve bir zulüm sisteminden bir başkasına savrulmamaları için uyarı görevimizi yerine
getirmeliyiz.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir




Enter Captcha Here :

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Başa dön tuşu